“Tek boyutlu insan”, ünlü Alman filozof Marcuse’nin beyinlerini kiraya veren, kitle iletişim araçlarının manipülatif etkisinde kolayca kalabilen, sorgulayamayan, ruhlarını otomobillerinde, lüks evlerinde ve konforlu yaşamlarında bulabilen, kendilerini satın aldıkları metalarla tanımlayabilen insanlar için kullandığı bir kavram.
Çağımızın hastalığı, insanların birey olamamasının ve toplumların yeterli düzeyde gelişememesinin başlıca sebebi. Çevremizi kuşatan bu kadar fazla “tek boyutlu insan” olmasının nedeni de, Livaneli’nin “ Okullarda tek boyutlu insan yetiştirme programı; hayatı anlamayan, değişik disiplinleri kavramadan, vida gibi hep aynı yörüngede dönüp duran bireyler yaratıyor” cümlesinde ete kemiğe bürünüyor aslında. Maarif sistemindeki tek tip insan yetiştirme merakı.
Aslında biz mazi ile övünmesini seven bir milletiz. Olumlu anlamda söylemiyorum ama, nostaljiye, efsaneye, Osmanlı şöyleydi, Selçuklu böyleydi minvalinde yapılan sohbetlere deyim yerindeyse bayılan bir toplumuz. Peki ya örnek almak, ders çıkarmak? O sohbetlere konu olan kişiler, Avrupa’ya karşı her fırsatta övünç kaynağı olarak sunduğumuz insanlar da “tek boyutlu” muydu acaba?
“Gülün Adı”, “Prag Mezarlığı” gibi eserlerinden hatırladığımız Umberto Eco’nun sık kullandığı bir tabir var; Rönesans insanı. Kısaca tarif etmek gerekirse birden fazla disiplinle, sanatla, meslekle ilgilenen; Yaratıcının bahşettiği bütün melekeleri kullanmasını bilen, bu sayede sağlıklı düşünen, topluma faydalı olabilen insan demektir. Eskilerin tabiriyle hezarfen, bir elinde on marifet. Mesela İbn Sina. Doktor, astronom, yazar, düşünür. Mesela Ömer Hayyam. Şair, matematikçi, astronom..
Bu insanlar için hayat, hiçbir zaman tek boyutlu bir eylem olmamıştır. Kendi işleriyle meşgul olurken, farklı disiplinlerde de çalışmalar yapmışlar, hayatı anlamaya gayret etmişler, sorgulamışlar, okumuşlar, yazmışlar. Şimdi istenilen şey ne peki? Okumayın, ya da sadece bizim size verdiklerimizi okuyun. Yazmayın, ya da bizim söylediklerimizi yazın. Düşünmeyin, biz sizin yerinize zaten düşünüyoruz. Hep övündüğümüz, onur kaynağımız olarak gösterdiğimiz Sultan Fatih, sadece bir padişah ya da iyi bir komutan mıydı sahi? Onun entelektüel birikimi hakkında ne biliyoruz? İstanbul’un fethi sırasında Papalık Bizans’a destek verdiğinde, Fatih Papa Pius’a bir mektup yazar ve şöyle der; “İtalya’yı kuranlar, yıkılan Truva şehrinin insanlarıdır. Truva’yı yıkanlar ise Helenlerdir. Sizin köklerinizde Truva var. Biz Truva’nın da intikamını alıyoruz. Siz neden Helenleri tutuyorsunuz?”
İfadelerdeki belagat, hakikat ve özgüvene bakın. Yedi dil bilen, tarih okuyan, devleti yöneten, olayları müthiş şekilde çözümleyebilen, henüz o genç yaşta inanılmaz bir birikime sahip olan bir insandan bahsediyoruz. Peki ya biz? Ana dilini bile doğru düzgün kullanamayan, okumayan, düşünmeyen, hazıra alışmış bir toplum olduk çıktık. Çok boyutlu ataların, tek boyutlu torunları.
İnsan zaten yaratılışı gereği aceleci ve sabırsız. Bir de içinde bulunduğumuz şartlar, manipülasyonlara kolay kapılmamız, kendimize bile basitçe sorular soramayacak kadar olgunlaşamamış olmamız maalesef çoğumuzu derinliği olmayan, düşünmeyen ya da yüzeysel düşünen, tek boyutlu kararlar veren insanlar haline getirdi.
Negatif ve Aşılı Temaslıya Karantina Yok