Askere gitmeden önce 1950–1952 yılları arasında İstanbullulara ait İslâhiye’nin çeşitli köylerinde pamuk ve hububat ziraatı yapan bir şirketin çiftliğinde traktör sürücüsü olarak çalıştığımı yazmıştım.
Oradaki bazı olaylar sebebi ile benden önce gelip bu çiftlikte çalışanların çoğu aralarındaki kavgalar sonunda kovulduklarından çiftliğin müdürü beni çağırmış ve “Oğlum senin gibi temiz ve çalışkan işçilere ihtiyacım var. Tanıdıkların varsa mektup yaz gelsinler” dediğinde birinci sene çok sevdiğim arkadaşım Hüseyin Demirtaş’ı çağırmış, yazı burada birlikte çalışarak bitirmiş, kış aylarında da köye dönmüştük.
İkinci yıl baharda çiftliğe dönerken çiftlik müdürü Hamit beyin, çiftliğin arazilerini biraz daha genişleteceğini, bizim gibi çalışkan birkaç kişiyi daha getirebileceğimizi de tembihlediği için ikinci baharda çiftliğe dönerken başta akrabamda olan Ali Karayumak, arkadaşlarımızdan Hasan Ünlüer’le birlikte İsa Duysak adında bir arkadaş da vardı.
İsa bizim gibi Ziraat Alet ve Makineleri Kursuna gitmediğinden, oraya ara işleri veya bize yaptığımız işlerde yardımcı olmak için geliyordu. Bu arkadaşımız fazlaca hayalci, şakalarında ciddi görünen ve ayni zamanda hoş sohbet birisiydi.
O yıl çiftliğe geldiğimizde, daha önceleri iki üç adet çeşitli marka traktör ve ekipman varken, bu yıl paletli başka bir traktör, biçerdöver ve bunların ekipmanları da alınmış, yalnız Elbistan Höyüğü arazilerinde yapılan tarım, bu yıl Toplama, Kürdi kanlı, Katrancı, Kırkağaç Bel pınar ve Örtülü köylerinden kiralanan yeni arazilerin katılımıyla, işleyeceğimiz arazi miktarı da çoğalmıştı.
Çiftlik Müdürü Hamit Bey’in daha önceleri Ceylanpınar Devlet Üretme çiftliğindeki idareciliğinden tanıdığı Süleyman adında bir ustabaşı ve Mengenli Reşit adında bir de aşçı getirdiği gibi, Hamit beyin ta Batı Trakya’daki Yunanlılar tarafından istimlâk edilmiş arazilerinden tanıdığı pehlivan yapılı şimdi adını unuttuğum bir kâhyamız bile olmuştu.
İşleyeceğimiz araziler aramızda taksim olunmuş olup, ben ve arkadaşım Hüseyin Demirtaş geçen yıl da kullandığımız Case ve Johdere marka iki traktörle, yeni kiralanmış olan Toplama köyünün arazilerinde çalışmaya başlamıştık. Bu köy çiftliğin bulunduğu yere epeyce uzak olduğundan, yanımıza da yardımcı olarak işte bu İsa adındaki arkadaşımızı almıştık. İsa bizim yemeklerimizi hazırlar, traktörlerin bakım ve ikmali sırasında bize yardım da ederdi.
Oralar yaz aylarında çok sıcak olduğundan, geceleri çalışır, gündüzleri de mahruti çadırımızın alt uçlarını açarak birazcık serinleyen havasında akşama kadar uyumaya çalışır ve dinlenirdik.
Yine bir gün sabaha kadar tarla sürerek çalışmış, uyumak, dinlenmek ve traktörlerin ikmalini yaparak akşama hazır vaziyete getirmek için çadırımıza geldiğimizde arkadaşımız İsa’yı bulamadık. Korkmuştuk. Burası Suriye sınırına yakın olduğu için, bilhassa geceleri kaçakçıların ve hırsızların cirit attığı yerlerden biriydi.
Belki de bitişik köyde bizden çalışanların yanına gitmiştir demiş isek de, yine içimiz rahat değildi. Yorgun, uykusuz ve açtık. Şu anda başka bir yapacağımız olmadığından, o yıllarda kullanılan gaz ocağının üzerine koyduğumuz çay suyunun kaynamasını beklerken kumanyamızdan zeytin peynir gibi katıklarımızı da hazırlamaya başlamıştık.
Bir ara çadırın kapısından, uzakta biri atın üzerinde, diğeri de atın yularından çekerek bize doğru gelen iki kişiyi gördüm ve arkadaşıma birilerinin bu tarafa doğru geldiğini söyledim. Adamlar.. İyice yaklaştığında ise, atın üzerindeki şahsın bizim İsa olduğunu anladık ama ilk önce buna bir anlam verememiştik. Biraz daha yaklaştıklarında, atın üzerindeki arkadaşımız elini ağzına götürerek susun, bir şey söylemeyin işaretini veriyordu.
Ben ve arkadaşım Hüseyin şaşkın şaşkın onlara bakarken, yabancı adam “Kusura bakma doktur bey, seni gece epeyce yorduk. Allah senden razı olsun. Hastamız akşamdan şimdi daha iyi” gibi sözlerle birlikte İsa’nın attan inmesine yardım ederken, diğer taraftan bir hayli ağır heybeyi de çadırın önüne kadar getirip koymuş ve içindekileri alarak heybeyi boşaltmamızı söylemişti..
Biz heybenin içindeki yoğurt, taze peynir ve yumurtadan oluşan yükü boşaltırken, İsa adama “Korkmayın hasta artık tehlikeyi atlattı. Ben bir aralık uğrar yine bakarım” diyordu.
Adam gittikten sonra, biz bir taraftan gülerken, diğer taraftan da hayret, merak ve hatta şaşkınlık içindeki sorularımıza, İsa ciddi ciddi “Ne yapayım yani, adam gecenin bir yarısı kapımı çalmış, ağır bir hastası için şifa arıyordu. Kendisine ben doktorum dedim. (İçinde Aspirin, Opon ve Gripin gibi basit ilaçları koyduğumuz çantayı da göstererek) şu çantayı da beraberimde götürdüm dedi ve devamla.
Oraya vardığımda düşük yapmış, kanaması olan bir kadın hastayı gösterdiler. Orada bulunan develerinin pisliğini sacın üzerinde iyice pişirttikten sonra, incecik dövdürüp, sıcak sıcak kadının altına serdirdim. Bizim çantadan bir Aspirin ile bir Opon’u da dağ çayı ile arka arkaya içirdim. Hasta terlemiş, sancısı kesilmiş ve ferahlamıştı. Ben buraya gelirken hasta eski halinden çok iyiydi dedi.
Bir gün sonra bize yine taze peynir ve yoğurt getirdiler. Anlattıklarına göre kendilerine halk arasında göçerler deniyormuş. Küçükbaş koyun, keçi ve develerini otlatmak üzere buralardaki köylerde kira ile tuttukları meralarda hayvanlarını otlattırdıklarını söylediler.
Hayvanlarının iki gün önce başka bir köye gittiğini, ancak bu hastaları için mecburi olarak birkaç kişi burada kaldıklarını, hastanın da, bizim doktorun tedavisi ile şifaya kavuşmuş olduğundan, yarın buradan ayrılacaklarını anlattılar. Bize de son bir defa teşekkür etmek için uğramışlar. Vedalaştık ve ayrılıp gittiler.
O günlerde çayımızın yanında yalnız zeytin ve peynir varken, bizim Doktor İsa’nın sayesinde artık taze peynir ve yumurta da vardı. Hüseyin’le sonradan enişte-kayın olan, ancak her ikisi de artık Ahrete göçen bu arkadaşlarıma Allahtan rahmetler dilerim.
Tevfik DEMİR
Konyadaki Yeşildereli
.
İnsanları ağlatmak kolaydır, hatta güldürmekte;
Fakat bir tebessümün içine sararak düşündürmek,
İşte hakiki Sanatkârın dehasıdır.
Cenap Şahabet
DİKSİYON NEDİR?