15 Haziran 2023 Perşembe
Yaralı, karmaşık, değişken ve derin bir şehir Beyrut. Olanca şiddetiyle kendisini kasıp kavuran iç savaşta büyük yaralar alan ve teni hala barut kokan Beyrut, küllerinden doğan bir kent sıfatını da taşımaktaydı. Lübnan’ın başkentine, aynı zamanda ülkenin en büyük şehrine gitmek, zıtlıkların ve imkânsızlıkların şehrini yakından tanımak için elime bir fırsat verilmişti. Ortadoğu’nun o has gizemli tadını ve kudretini sinesinde muhafaza eden Beyrut için sefer vaktiydi. Neyle nasıl karşılaşacağımı bilmiyordum. İnandığım bir şey vardı, o da İstanbul’dan güneydoğuya doğru inildikçe kokuların, tatların, renklerin ve dokuların değişeceği idi. Bu olgular Ortadoğu’da doruğa ulaşacaktı bana göre. O şahane mistisizm Beyrut’ta avuçlarımda olacaktı. Adana Şakirpaşa Havalimanından kalkan uçak yaklaşık elli dakika içerisinde Akdeniz’in kıyısında, Lübnan dağlarının eteklerinde yer alan Beyrut’un semalarından gölgesini şehre değdirmeye başlamıştı. Akşam saatlerine denk gelen bu iniş esnasında bir yarımada üzerinde kurulu Beyrut’un uçsuz bucaksız ışık denizi ve gökdelenleri beni büyülemeye yetmişti bile. Beni ışıl ışıl bir şehir karşılamıştı. Sanki dünyanın en eski yerleşim yerlerinden birisine değil Las Vegas’a geldiğimi hissediyordum. Ortadoğu’nun bitmeyen kaos coğrafyasındaki o yorgun şehir Beyrut yıldızlarla yarışan bir görüntüsü ile karşılamıştı beni. Ancak şehre adım attığımda bu görsel şölenin asıl öznesinin jeneratörler olduğunu öğrenecektim. Lübnan’ın elektrik üretemeyen bir ülke olduğunu, şehirde her gün belli saatlerde ve belli sürelerle muhakkak elektrik kesintisi olduğunu sonradan öğrenecektim.
Ali Mahmoud isimli Lübnanlı bir genç, genç olduğu kadar da Türkiye sevdalısı bir yürek mihmandarım olacaktı. 15 yıl süren iç savaşın ardından ülkeyi ayağa kaldıran, 2005 yılında Beyrut’ta düzenlenen suikast sonucu hayatını kaybeden eski Lübnan Başbakanının isminin verildiği Beyrut Refik Hariri Uluslararası Havalimanındaydım. Türk vatandaşlarının vizeye tabi olmadan, konsolosluğa gitmeden ya da aracı kuruma başvurmadan seyahatini dilediği gibi planlayabileceği Ortadoğu’nun Paris’inde, Ali Mahmoud’un arabasında Arapça ezgilerle şehir merkezine doğru yol alıyordum. Yeni yapılan şık binalarıyla doğrulmaya, hayat bulmaya çalışan şehri tanımaya çalışıyordum. Birçok yerel ve uluslararası mağazaya ev sahipliği yapan Hamra’da konaklayacaktım. Ancak otelin şehrin merkezinde oluşundan dolayı duyduğum memnuniyet, otel odasını gördüğümde sona ermişti. Temizlik standartları vasatın çok altında olan rutubet kokulu otel odasına eşyalarımı bırakıp Hamra caddesini kesen sokaklardan birisine atmıştım kendimi. İstanbul’da Taksim ve Laleli ne ise, Beyrut’ta da Hamra semti öyle bir yerdi. Beyrut’un en popüler caddelerinden ve en önemli ticari bölgesi olarak bilinmekteydi. Saat gece yarısına ulaşmış olmasına rağmen Hamra Caddesinde bazı mağazalar hala açıktı, yemek mekânları, barlar, çerezciler ve tatlıcılar için gece ve gündüz mevhumu yoktu.
Ortadoğu’nun en modern, en kozmopolit, en karma kentinde, Beyrut’un Şanzelize’sinde insanları izliyordum. Her milletten ve inançtan olan insanları rahatlıkla görebiliyordum. Halkın yoğun şekilde Arapça ve Fransızca ve İngilizce konuşmasına rağmen bu coğrafyada kırık dökük İngilizcem ile derdimi anlatabiliyordum. Alışveriş yaparken de zorlanmamıştım, zira Lübnan doları taşımasanız da Amerikan doları her yerde geçerli idi. Hatta ara ara Türkçe bilenlere de rastlamak mümkündü. İnsanları özellikle de genç kızları çok bakımlı ve çok rahat giyiniyorlar, modanın tüm renklerini üzerlerinde taşıyan bir yaşam tarzını yansıtıyorlardı. Oysa Lübnan denildiği anda aklıma ferace giyinen, tepeden tırnağa kapalı insanlar gelirdi. Her haliyle ekonomik sıkıntı çekmediğini belli eden insanların yanında, parkların ve sokakların dilencilerle dolup taştığına şahit oluyor, alışveriş yapmak veya herhangi bir yere oturmak istediğim anda, derhal ellerini açıp dilenen insanlarla karşılaşıyordum. Görmeye alışkın olmadığım ve her köşede fazlaca olan evsizler de turist olduğum için benden sürekli yiyecek veya para istiyorlar ve bir şeyler koparmadan asla peşimi bırakmıyorlardı.
Şehir her yönünle şaşırtıyordu beni. Bir tarafta gökleri delercesine yükselen binalar, modern iş merkezleri ve konutlar, bir yanda şehrin tam merkezinde, her tarafı kurşunlarla, uçaksavar mermileriyle delik deşik olan, çok katlı harabe evler. Hafızaları taze tutan, iç savaşın dehşetini zihinlere resmeden bu binalar bu şehre ayrı bir efsun katmaktaydı.
1975 senesinde patlak veren, 1990’a kadar yaklaşık 230 bin kişinin ölümüne, 350 bin kişinin yaralanmasına, 1 milyondan fazla insanın da ülkesini terk etmesine sebep olan iç savaşın izlerini hâlen Beyrut’un birçok sokağında tüm çıplağı ile görebiliyordum. Beyrut’un sokaklarını çevreleyen yüksek duvarlar bu acıları resmeden resim ve yazılarla doluydu. Savaşın izleri her yerdeydi ve çok tazeydi. Buna rağmen Beyrut yeniden yaratılıyordu sanki her taraf inşaat halinde idi. Şehirde her ne kadar yaşam kendi halinde ve ritminde akıp gitse de değişik mezhep yapısı sebebiyle her an bir yerlerde bir kıvılcım büyük bir yangına sebep olacakmış gibi bir gerginlik seziyordum. Oysa bu coğrafyada çok sayıda dini ve etnik grup uzun yıllar boyunca barış ve kardeşlik içinde yaşamıştı. Neyi bölüşememişlerdi acaba. Halk iç savaş sonrası görünmez keskin sınırlarla ayrılmış semtlerde kendi ayrı hayatlarını yaşıyordu. Şehri gezerken gördüğüm siyasi liderlerin posterler bana hangi mezhebin çoğunlukla hangi mahallede ikamet ettiğini de anlatıyordu.
Üç günlük Beyrut gezisinde koyu bir Türkiye sevdalısı olan öğretim görevlisi Angela Khalil’in ve genç kardeşim Ali Mahmoud’un mihmandarlığında şehrin en gözde semti ve Hıristiyan Mahallesi olarak da bilinen Down Town olarak adlandırılan bölgedeydik. Bölgenin merkezinde yer alan Yıldız Meydanına açılan sokaklar dörder katlı, kum renginde ve Fransız tipi balkonlu binalarla Avrupai bir görünüm arz etmekte, birçok ünlü marka mağazalarına ev sahipliği yapmaktaydı. Burası kalabalık turist gruplarının cami ve kiliseleri ziyaret edip, caddelere yayılmış kafelerde soluklandığı nezih bir semt olarak biliniyordu. Şehir merkezinin kalbi Solider Meydanı, bir diğer adıyla Yıldız Meydanın tam ortasında 25 metre yükseklikte tepesinde gerçek Rolex saati ile bir saat kulesi ve saat kulesinin çevresinde kafeteryalar insana bir Avrupa ülkesine gelmiş hissini vermekteydi. Müthiş bir inanç çeşitliliğine ev sahipliği yapan, hem dinler hem mezhepler için renklilik arz eden Lübnan’da dört minareli, ve görkemli Mohamad Al Amin camisi hemen yanı başında her tarafı aydınlatılmış Aziz George Maroni kilisesi ile komşuluk ediyordu. Camiyi bir an mimari yapısı nedeni ile Osmanlı eseri olarak düşünsem de mihmandarım bu muhteşem mabedin Beyrut’un en zengin ailelerinden birisi tarafından yaptırıldığını söylüyordu. Her ne kadar görkemli büyük bir caminin duvarlarına sırtımı yaslasam da Ortadoğu’da değil sanki bir Avrupa ülkesinde seyahat ettiğimi hissediyordum Zira ezan sesi hiç yok denecek kadar azdı. Sabahın ilk ışıklarından itibaren ezan sesi değil de çan sesleri daha baskındı. Osmanlı’nın asırlardır idare ettiği bu topraklarda gezerken gözlerim ister istemez ecdadımdan kalma bir eser arıyordu.
Beyrut’ta iki büyük kayalıktan oluşan Güvercin Kayalıkları şehrin simgesi kabul edilmekte ve turistlerin ilk uğrak noktası olarak addedilmektedir. Tamamen doğal bir oluşum olan “Güvercin Kayaları insanların manzara eşliğinde kahve ve seyir keyif yapabilecekleri güzel bir bölge olarak biliniyor. Burası için kesinlikle gün batımı saati öneriliyor, zira güneş tam kayalıkların arkasından batıyor ve manzara enfes bir hale geliyor.
Lübnan gezisinin ikinci gününde Beyrut’un kuzeyinde ve 35 km uzaklıkta bulunan, UNESCO’nun Dünya Mirasları Listesi’nde bulunan, Fenikelilerin doğduğu bir liman şehri Byblos antik kentindeydik. Burası Akdeniz sahilinin en sevimli bölgelerinden birisiydi ve ilk bakışta Antalya’nın Kaş ilçesi izlenimi veriyordu. Kentte ağırlıklı olarak Hıristiyanlar yaşıyordu, belli bir ölçüde Şiiler de mevcuttu. Şehirde bulunan Byblos Kalesini gezerek tarihe yolculuğu tamamlarken, Byblos’un şirin ara sokaklarında, hediyelik eşya dükkânlarında eşe dosta ufak tefek hediyeler alıyordum.
Bir sonraki ziyaret noktam ise Jeita mağarası olmuştu. UNESCO’nun 7 harika listesine giren, Beyrut’a yaklaşık 20 km uzakta yer alan Jeita Mağaraları için bilet alıp önce teleferik ile kısa mesafeli yolculuk yapmak gerekiyordu. Zirveye çıkıldığı zaman oldukça büyük olan mağaranın girişi karşılıyordu ziyaretçileri. Fotoğraf ve video çekmek kesinlikle yasaktı, içeri girmeden ziyaretçilere bir dolap veriyorlar ve kayıt yapabilecek elektronik cihazları bırakmanızı istiyorlardı. Gerçekten sarkıt ve dikitleri ile binlerce yıllık oluşumları ile olağanüstü bir mağaraydı burası, mağaranın alt kısmında ise bir yer altı nehri bulunmaktaydı. Doğru şekilde ışıklandırılan mağara, doğal güzelliği ile insanı adeta büyülüyordu. Üst katta yaklaşık 750 metrelik bir kısmı yürüyüşe açık, sonuna kadar devam ettiğinizde ise mağaranın büyüsüne kapılmamak mümkün değildi. Sanki fantastik bir film setinde geziyorsunuz hissi veriyor insana. Muhteşem bir manzara değişik bir serinlik, ayrı bir derinlik. Yerin metrelerce altında bir yer altı nehrinde botla gezi yapmanın tadını çıkarıyordum. Görsel bir şölen eşliğinde içimi huzurla dolduran kısa sal gezisi içimdeki şaire yaz artık diyordu.
Jeita Mağarasından sonra Our Lady of Lebanon adıyla bilinen 15 tonluk Hz Meryem heykeli için değil tepedeki manzara için çıktığım Harissa Tepesinde keyifli bir seyir dinlendiriyor beni. Lübnan’ın hac noktalarından birisisi sayılan tepede Hz Meryem heykelinin konik şekilde bir oturtulduğu ve içi kilise olan platform bulunmaktadır. Platformun tepesine, kendisini çevreleyen spiral, dar bir yoldan tırmanma imkânı olsa da açıkçası tepeye kadar çıkmayı gözüm kesmiyordu. Saida kenti ise Lübnan’ın 3. büyük şehri. Souk (geleneksel çarşı) tam anlamıyla Lübnan kültürünü yansıtıyor. Daracık sokaklar, sürprizlerle dolu tünellerden geçerek, dolaşıyorum Saida’nın insanı hayal ötesi âleme sürükleyen ve bana çok şeyler fısıldayan sokaklarında.
Zaytuna Bay ise Beyrut’un en lüks bölgesi en modern bölgelerinden birisi. Lüks yatların demirlediği limanının etrafında birçok restoran ve kafe sıralanmış durumda. Buradaki bu yüksek yaşam sanki yakın bir tarihte yaşanan patlamayı hiç görmemiş duymamış gibi bir his veriyor insana. Sanki bu bölgede elektrik- benzin krizi hiç yaşanmamış, dolar hala aynı seviyedeymiş gibi insanlar havuzlarlarda vakit geçirirken kafe ve restoranlar canlılıklarını muhafaza ediyor. Beyrut’un kordonu olarak addedilen Corniche (korniş) ise upuzun bir sahil gezinti yolu. Deniz kenarındaki küçük patika yollardan ara ara denize inen merdivenler mevcut. İzmir’in o meşhur kordon boyu neyse Corniche(korniş) de öyle bir yer. Burada bu şehrin tezatlıkları daha bariz bir şekilde karşıma çıkıyordu. İç savaş nedeniyle delik deşik olmuş yıkıntı binaların arasına, ultra modern bina ve kumarhaneler inşa edilmişti.
Bu şehirde toplu taşıma aracının olmadığını söylemekte fayda görüyorum. Sürekli size korna çalan, taksi taksi diyerek size seslenen birileri ile karşılaşabiliyorsunuz. Şoförlerden bazıları Şii olduğu için iş bulamadığından, bazıları da mühendislik okuduğunu ama ülkedeki işsizlikten dolayı taksicilik yaptığını söylüyordu. Araçlarına bindiğim bütün taksiciler derdini anlatma niyetiyle durmadan konuşuyorlardı. Kendilerine göre yolculuğu rahatlatıyor, diğer taraftan da dertlerini yolcuya yüklüyorlardı. Hiçbir takside sabit bir fiyat veya taksimetre yoktu. Sıkı bir pazarlık yapmak gerekiyordu. Kentin bir ucundan bir ucuna 10 dolar ya da 15 Lübnan lirasına gidilebiliyordu. Beyrut trafiği ise farklı bir dosya konusu sanki.
Beyrut’ta da İstanbul trafiği gibi bir yoğunluk vardı, ancak trafik kuralları yok hükmünde idi. Birçok aracın kaportasında vurma sürtme izi veya çökme vardı. Birçok kavşak noktasında trafik ışığı yoktu, her an bir trafik kazasına karışabilme korkusu ile yol alıyordu insan. Bu bağlamda Beyrut’un trafiği de kuralları da pek Türkiye’ye benzemiyordu, yayalara pek müsamaha gösterilmiyor. Beyrut’ta kaldığım süre zarfında sabah, öğlen, akşam, gece hiç fark etmez, sürekli duyulan korna seslerinden çok sıkılmıştım.
Gezi boyunda bol etli ve bol baharatlı Lübnan mutfağını tecrübe ederek yemeklerin olmazsa olmazı humusla yakından tanışmış, sabah kahvaltısı olarak ekmek arası künefeyi tercih edenleri şaşkınlıkla izlemiştim. Bölgesel lezzetler için, bir zincir olan Barbar’da Falafel, Tabbule, gibi lezzetler lavaş tarzındaki ekmekle harmanlanıyordu. Genel olarak bölgede Ortadoğu yemek kültürü hâkim olsa da modern çağın lezzetlerine de rastlamak mümkündü
Benim için değişik bir tecrübe, keyifli bir seyahat idi Beyrut. Evet, Beyrut mistik ve efsunkâr bir coğrafyaydı. Varlıkla yokluğun, güzel ile çirkinin, imkânla imkânsızlığın aynı potada bulunduğu bir şehirden ülkeme dönerken rabbime bir kez daha şükrediyordum, ait olduğum yere dönebildiğim için. Bana yakışan ve yakıştığım yer Türkiye idi şüphesiz. Güzel bir memlekette, yaşanılası bir diyarda nefes aldığım için şükrediyordum. Hiçbir şeye değişemediğim, değişmeyeceğim, vazgeçmediğim vazgeçmeyeceğim ülkemi bir kez daha sevdim kendisinden üç gün uzak kalışımda. Ben daha bir heyecanlıydım, daha bir mutluydum pasaport noktasında ülkemin kapısını çalışımda.
VAHDETİN ERBABI— FAZİLETİN AHBABI (VEFA)
Kavramların kıymetine yakışır bir biçimde kullanılması gerektiği halde, hemen her gün duyduğumuz ve gelişi güzel cömertçe harcadığımız, anlamları derin ve düşündürücü kelimelerden birisi “sevgi”, diğeri de “vefa”dır. Sevgi denilen duyguyu tatmayan olmadığı gibi vefanın sözlük anlamının da “sevgide sebat“ demek olduğunu bilmeyen yoktur.
İnsan-ı kâmil olmanın bir takım ahlâkî ve insanî şartları bulunmaktadır. Sevgi ve vefa kavramları bunların başında gelmektedir. Vefa yaşanarak anlaşılabilir, sevgi ise ancak tadarak öğrenilebilir. Dünya yüzünde insanları birbirine bağlayan ve diğer canlıları insana yaklaştıran en ulvi duygudur sevgi. Sevgi, kalpten kalbe kurulmuş; pürüzü olmayan, leke tutmayan ve engel tanımayan, nurani bir köprüdür. Sevginin gücü kadar gönülleri birbirine bağlayan, kaynaştıran ve kilitleyen yapıcı ruhsal bir güç asla düşünülemez. Vefa ise, yapılan iyilikleri unutmamak, iyilik yapana teşekkür etmek, imkân nispetinde aynıyla veya daha fazlasıyla karşılık vermek, sözünü yerine getirmektir. Vefa kelime anlamıyla ve maneviyatı ile büyük bir sözdür. Ve vefalı olmak, sanıldığı kadar kolay değildir. Sevginin olgunluk düzeyine yükseltilmesiyle gerçekleştirilebilir. Bu her şeyden önce sağlam bir yaradılış, kararlı bir duygu ve sağlam bir karakter işidir.
Vefa, asaletin, sadakatin ve kadirşinaslığın bir izdüşümü, bir tezahürüdür. Erdemli insanlarda görülen bu nadide haslet, toplumda sevginin, saygının, huzur ve mutluluğun boy göstermesi için önem arz etmektedir. Vefa ve sevgi, insanların birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini sağlayan, insanları birbirine bağlayan en yüce duygulardandır. İnsanlar yuvalarını vefa duygusu üzerine kurdukları takdirde o yuva canlılığını muhafaza eder. Vefa, fertlerin birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eder. Vefaya tutunan cüzler küll sıfatına nail olur; ayrı ayrı parçalar bir araya gelerek teklik ve birlik duygusuna ulaşır. Bütün uluslar bu yüce duygu ile fazilete erer. Bir aileyi ayakta tutan en hassas konu güven duygusudur. Bunun oluşması, sağlamlaşması için gerekli olan en önemli husus, aile içi sırları muhafaza etme, mahremiyetleri başkalarına anlatmamaktır. Eşlerin birbirlerinden habersiz gündemlere sahip olmamaları da vefa duygusuyla izah edilebilir. Bireyden topluma çıktığımızda vefa duygusunun devletlerde de önem arz ettiği mutlaktır Devlet, kendi vatandaşına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa duygusunu kaybetmiş bir ülkede, ne olgun bireylerden ne de istikrarlı ve güvenilir devletten bahsetmek olasıdır.
Böyle bir ülkede insanlar birbirlerine karşı şüpheli; yuva kendi içinde mutsuz ve her şey birbirine karşı yabancıdır, Üst üste ve iç içe olsalar bile… Vefa sevgide devamlılık demektir. Mevcut dünyamızda yitirmiş olduğumuz, çok kıymetli bir özelliktir. Bu sebeple vefalı olmak üstün bir meziyet, vefalı dost da büyük bir nimet olarak sayılmaktadır. Vefa bünyesinde birçok güzelliği barındırır. İyinin güzelin ve erdemin temsilcisi, adaletin, dostluğun en iyi vekilidir. Ancak insanlar arasında oldukça yüksek olan bu duygu çoğu zaman saklanılmakta ve ön plana çıkarılamamakta, devamlılığı sağlanamamaktadır. Oysaki yaradan, insanları sevmek ve sevilmek için yaratmıştır. Bunun aksi geçerli olsaydı eğer; duyguların en güzeli, en yapıcısı ve yaratıcısı ve en güçlüsü olan sevgi ve vefa duygularını, bizlere böylesi cömert bir tavırla vermezdi. Bizim için temel amaç; beliren bir sevgiyi beslemektir, derinleştirmektir, sürdürerek vefaya dönüştürmektir. Mevlana’daki sevginin olgunluk düzeyine yaklaştırma çabasını göstermektir. Aslolan sevilmeyi beklemeden yalnızca sevmektir, vefalı olabilmektir. Her birimiz, ben duygusunu yok edebildiğimiz ve menfi duygularımızı sevgi ve vefa potasında eritebildiğimiz oranda tekâmülümüzü hızlandırmış ve mutluluğumuzu hazırlamada başarı sağlamış olabiliriz.
Eskiden “ahde vefa” denilen sözlü anlaşmalar olsa da günümüzde yazılı metinler bile hükmünü kaybetmiş bir hale gelmiştir. Ahde vefa ayrı bir erdemliliktir. Vefa, insanın diğeriyle yaşaması ve sosyal bir hayat sürdürebilmesi için olmazsa olmaz duygularından en önemlisidir. Ne gariptir ki günümüzde, vefanın yerine vefasızlık gelip oturmuş, dünün vefa anlayışı, günümüzde nankörlükle eş değer bir görünüm kazanmıştır. Vefayı, sevgiyi, hoşgörüyü, sadakati, iyiliği unutmadan; nankörlüğe de pirim vermeden, erdemli bir birey ve toplum olma özelliğini kaybetmeden geleceğin dünyasını kucaklayan, onurluluğu baş tacı eden bireyler olma isteği, herkesin ortak hedefi ve beklentisi olmalıdır.
Geçmişten bu yana başta Mevlana olmak üzere, birçok düşünürler, yazarlar ve şairler; insanlığın en yüce tekamül değeri olan sevgiyi ve vefayı dile getirmişler ve eserlerini bu asil duygunun güzelliğiyle işlemişlerdir. Derdli divanından alınan şu mısralarla vefa ikliminde kalmanızı diliyorum.
Ahdine vefa etmeyen/Cana da yazıklar olsun
Damara kan iletmeyen/Huna da yazıklar olsun!
İbrahim Şaşma
ibrala.com Köşe Yazarı
Sakın yüreğim sakın. Umutsuzluk yok yüreğim, umutsuzluk asla yok. Sen değil misin kumda da çiçeklerin açacağına inanan. Sen değil misin bütün karanlık gecelerin ardında aydınlık bir sabah olduğunu savunan. Ve sen değil misin, o umuda her dem şiirler yazan. Baharı beraber beklemedik mi yüreğim, her ağır zemherinin sonunda. Avuçlarımızla su taşıyarak sulamadık mı Hüsn-ü Yusuf çiçeklerimizi. Unutma yüreğim unutma sakın cümle gerçeklerimizi.
Özledin biliyorum yüreğim, bir zamanlar seni boğduğuna inandığın bu şehrin sokaklarını özledin. Kapımızın önündeki sarı kediyi. Komşunun homurdanarak çalışan arabasının kuru gürültüsünü. Mahalle bakkalının o çatık kaşlarını. Nedense beş yaşında bir çocuğun bir şeker aşkına bakkala koştuğu gibi ben de koşmak istiyorsun aynı heyecanla. Dışarıdan hayata dair sesler duymak istiyorsun yine. Eskiler alırım diye avazı çıktığı kadar bağıran eskicinin sesini, “Hanımların dikkatine! Overlok makinesi ayağınıza geldi. Halı, kilim, paspas, yolluk kenarına, halıfleks kenarına overlok yapılır. Beş dakikada yapılır, hemen teslim edilir.” diye aynı nakaratı tekrarlayan overlokçuları bekliyorsun. Hiç aklına gelir miydi yüreğim, mahallenin haşarı çocuklarının sesini özleyeceğin.
Penceremin pervazından öylesine bakıyorsun sokağa. Meğerse yürümek güzelmiş. Meğerse göz göze gelmek güzelmiş, adını bilmediğim komşularınla. Rukiye Teyze’nin her sokağa çıkışında; balkondan bana bozuk para uzatarak “iki ekmek alıver yavrum” demesi güzelmiş. Gökyüzüne bakmak güzelmiş. Dışarıda üşümek güzelmiş. Şehrin yokuş yukarı sokaklarda yorulmak güzelmiş. Böyle bir minvalde geçiyorken karantina günleri, umutsuzluk yok yüreğim, umutsuzluk yok. Vakit yaşarken farkına varamadığın güzelliklerin şimdi farkına vararak, tüm yaşanmışlıklarını koynuna sarma vaktidir
Babam hep dile getiriyor yüreğim, “kırk beş yaşındayım ama bu yaşa kadar böylesi günler görmedim” diyerek. “Geçecek diyor, yine o sağlık ve huzur dolu sabahlara uyanacağız” diyor. “En çok sarılmayı özledim” diyor. “En çok annemin çatlamış derili ellerinden öpmeyi özledim” diyor. Diyorken görüyorum o yorgun gözlerinden bir damla gözyaşının akmaya meyilli olduğunu. Sahi uzun zamandır bakmamıştım babamın böyle dikkatli. Kirli sakallarının arasına yeni düşen akları yeni görüyorum yüreğim. Alnındaki derin çizgilere dikkatli baktıkça o çizgilerin ıhlara vadisi kadar derin olduğunu yeni görüyorum. Dişlerinden birisinin kırık olduğunu, elinin üzerinde bir kesik izi olduğunu.
Ey yüreğim, sen babamın yüzüne hiç bakmamış mıydın da bunları yeni görüyorsun. Onun yüzüne her bakışında daha önce hiç görmediğim güzellikleri gördüğün kadar, hiç aşina olmadığın hüzünlerini de görüyorsun. Meğerse ben bugüne kadar canım dediğin babamın yüzüne böyle dikkatli bakmamışsın. Meğerse coşkun bir ırmak gibi akan sen, babama doğru, menziline hiç akmamışsın. Sadece günaydından ve hoş geldin babamdan ibaret olan gündelik konuşmalar dışında oturup babamla hiç konuşmamışsın. Derdini dinlememişsin, oturup iki lafın belini kırmamışsın. Birkaç gündür gözlerine bakarak konuşuyorsun babamla yüreğim. Onun içinde neler varmış meğerse. Gam yüklüymüş, bahar yüklüymüş, sevda yüklümüymüş. Ve gözlerinde hep biz varmışız meğerse. Boğuşmayı özlemişsin babamla, iki haşarı çocuk gibi. Bugün yine odanın ortasında bir güreş tutasınız geldi babanla. Vurmaya kıyamıyor, canım yanar diye dokunmaya kıyamıyor sana biliyorum. Sehpanın üzerindeki cam sürahiyi devirip kırdığınız, annem görmeden alelacele orayı silip süpürdüğünüz geliyor aklıma. Dizlerim, of dizlerim diye adamı durup dururken nasıl da yordun yüreğim. Annemin odaya girdiği anda babamın kaşlarını havaya kaldırıp sakın söyleme diye işaret ettiği anda onun en sevimli baba olduğuna bir kez daha inanıyordun. Bu karantina günleri babamla senin aranda köprüler kuruyor, unuttuğun babanı bulmama yarıyordu. Sen babamın gözlerinde kaybolurken yüreğim, annem yana yakıla o cam sürahiyi arıyordu.
Aynı sofraya aynı vakitte oturabilmekmiş meğerse güzel olan. Anne çatalı uzatır mısın, salata vereyim mi oğlum, ben doydum eline sağlık, baba kesene bereket olsun diyebilmek. Bir çay bardağına bir kaşık değmesi. Çıkan sesmiş, o mistik tını imiş hayatımın güzelliği. Bir elmanın soyulup iki bölünmesiymiş mutluluk. Kocaman bir delikanlı olsan da yüreğim, annemin dizlerine başımı koyabilmek, annemin kalp sesini duyabilmekmiş. Penceremizin pervazındaki menekşelere su vermenin hazzındasın şu an. Balkon penceremizin altını bekleyen o sarı kediyle arkadaşsınız birkaç gündür. Beton bloklar arasında kalan arka bahçeme ilk kez biber fideleri diktin. İlk kez gönül gözünde nehirler aktı bir avuç bahçende. İlk kez suyun serinliğini duydun. Gölgenin güzelliğini. Kahveler senden oldu hep annemle babama. Annem yine çilekler konduruyor ördüğü patiklerin üzerine. Bahar, ince ince filizleniyor onun avuçlarında. Anladım ki en yakıştığın yerdesin, en yakışanında. Hüsn-ü Yusuf çiçekleri ekiyorsunuz peynir tenekelerine. Her sabah kulağınıza yaşamın güzelliğini fısıldasınlar diyerek. Hiç umutsuz kalma yüreğim hüzün coğrafyasında, umudun o kadife libasını giyerek. Hele o çaydanlık yok mu, cümle mutluluklarımın gizli öznesi sanki. Çok değiştin yüreğim bu karantina günlerinde. Artık evimdeki her zerrenin şahidi ve dengisin sen. Köhne bir kapının tokmağı, on iki dilimli örme paspasımızın yedi rengisin sen. Pencerenin pervazına ekmek kırıntıları koyuyorsun. Gümüş pelerinli bir güvercinin tebessümü için. Tutunabilmek için bir sabah usulca kanadına. Cümle serçelerin karın tokluğu adına. Her geçen gün eksilmeyen bir aşkla ve inadına inadına.
En yakıştığın yerdesin, en yakışanında. Erdikçe en safi ve sıcak sohbetlere ve konuştukça aynı lisanda, sen yakamdan yalnızlığını düşürüyorsun yüreğim. Kendi iç sesinden ve yalnızlık uykusundan uyanıyorsun. Can yarasının devasını, annemle babamla kardeşimle sarıyorsun. Bir zamanlar daraldım bu evde diye koparken bir avuç gönlümde fırtınalar, şimdi ne garip fırtınalarla hemhal gönlüm duruldukça duruluyorsun. Hanemin kokusunu ciğerlerime çektiğin demde bir düğün dernek kuruluyor. En yakıştığın yerdesin, en yakışanında. Hanende, otağında, sevgi sarayında. Barışa ve kardeşliğe şiirler yaz yüreğim. Bir resim çiz yüreğim, sevginin cümle renkleri olsun. Bir ışıkken bin bir renge bürünelim ve Yunus gibi olup Yunus gibi görünelim. Kekik kokusu düşsün ve çiçekler yürüsün her dem taşa toprağa dağa. Ben huzurun ve sağlığın renklerini ısmarladım şafağa senin için
Penceremizin pervazından umutla aşkla ve yarınlara özlemle bak dışarı yüreğim. Uzun zamandır ellerinden tutmadığın babamın avuçlarında yakala güneşi. İlk defa derdini sev, ilk defa evde kaldığın için mutlu ol yüreğim. Evde kal yüreğim. Babamın gözlerinde kal. Bir annenin yürek sıcaklığında kal. Hiç görmediğin güzellikleri, zaman törpüsünde aşınan güzellikleri, mazide kalan güzellikleri yakasından yeniden yakalamak için evde kal. Kalabilmek için huzurun gölgesinde, kal diyorum sana, yanı başında olup da kadir kıymet bilmediklerini sev de kal.
Gördün mü yüreğim, bahar da geldi bak. Sancılar da geldi geçti. Umutmuş, umutsuzluğa direnebilmekmiş aslolan. Sabırmış aslolan. Sevdiklerimizin ve yaşadıklarımızın kadrini bilebilmekmiş. Bu sokağın, bu mahalle ve bu şehrin güzelliklerini, yaşarken görmediğimiz güzelliklerini iliklerimizde hissedebilmekmiş. Yürümek güzelmiş meğer koşmak güzelmiş yollarda. Yaşlı bir teyzenin elini hürmetle öpebilmekmiş güzel olan. Dokunabilmekmiş, sarılabilmekmiş, maskelerin altına gizlenen bütün tebessümleri şimdi en yalın haliyle görebilmekmiş aslolan.
Gördün mü yüreğim. Bir yıl evvel nerdeydik, şimdi neredeyiz. Şehir güzel, yaşamak güzel, denize ayakuçlarımı ilk değdirdiğim andaki o ürperme güzel. Çocuk sesleri güzel parklarda. İnsan kalabalıkları güzel caddelerde. Kapı çalabilmek güzel. Misafir olabilmek, sevdiklerimize sarılabilmek, kadrini bilmediğimiz cümle güzelliklerin kadrini şimdi bilebilmek ne güzel. Issızlık yakışmıyor bu memlekete. Issızlık hiç yakışmıyor
Gülümse yüreğim gülümse. Yine Eminönü’nde balık ekmek yiyecek, yine oltalarımızı köprüden sallayacağız bugün. Bir cami şadırvanında yüzümüze serin suları çarpacağız. Yine bir şehirlerarası otobüste başımızı sevdiğimizin omzuna dayaya dayaya bir şehirden bir şehre yol alacağız. Gülümse yüreğim gülümse, en güzeli insan olarak birbirimizden ürkmeyecek korkmayacağız.
Gözün aydın olsun yüreğim. Gözün aydın olsun.
İbrahim Şaşma
İbrala.com