30 Ekim 2024 Çarşamba
Küçük ve iri kumların serildiği yolda, arkasında toz bırakarak ilerleyen otobüs, kentten ayrılalı yarım saat olmadan, otobüsün içi de arkasında oluşan tozları andıran, sigara dumanlarıyla doldu.
Selçuk’un yan tarafında oturan, üzerinde kırmızı cepken, başında eskimiş bir kasket olan, yaşının oldukça ilerlemiş olduğu hissini uyandıran kişi, arka cebinden çıkardığı tütün tabakasından bir miktar tütünü bir sigara kâğıdına dolayıp, yanındaki kişiye ikram etti. Başıyla teşekkür eden genç adam, cebinden çıkardığı sigarasını gösterdi ve ikisi de sigaralarını yaktılar.
Otobüsü kullanan şoför, başının üst ve arka tarafında dökülen saçları nedeniyle cavlak bir duruma gelen başına konan sinekleri elleriyle kovalamaya çalışırken, ön tarafında duran sigara paketinden bir sigara çıkarıp, yaktı.
Ön taraflardaki sıralardan birinde yalnız oturan yeşil ve kırmızı renklerden oluşan şalvar, siyaha yakın renkli bir bluz ve başını, omuzlarını kapatan puanlı bir örtü giymiş kadına, yan tarafında oturan genç, ara sıra yan gözle bakarken, kadınla konuşmak için fırsat kolladığı her halinden yansıyordu.
Birbirleriyle anlaşabilmek için yüksek sesle konuşan yolcuların seslerine, otobüs şoförünün açtığı radyodan çıkan cızıltı şeklindeki seslerden zar zor anlaşılan müzik sesleri karışıyordu.
Selçuk’un yanında oturan üzerinde genellikle Yörüklerin giydiği şalvar ve işlik giymiş yaşlı bir yolcu, ortaya koyduğu sepeti kucağına alıp, içinde yufka ekmek ve yeşillenmeye başlamış tuluk peynirini çıkardı. Yufkadan büyükçe bir parça koparıp, içine de tuluk peynirini koyup, dürüm yaptı ve Selçuk’un karın bölgesine sağ kolunun dirseğiyle vurarak, yer misin anlamında dürümü gösterdi. Selçuk, başıyla hayır anlamında bir hareket yapınca yolcu, yemeğini yemeye başladı.
Arada sırada yanındaki yolcuya bakan Selçuk, yufka ekmekle yeşermeye başlamış tuluk peynirinden yapılan dürümleri, çok sevdiğini ve yolcuya neden hayır dediğini hatırladıkça üzüldü.
Dürümü yemeyi bitirmeden, Selçuk’a dönerek askerlik anılarını anlatmaya başlayan yolcu:
“Kore’deyiz. Biz, 4.500 kişiyiz. Yanımızda bizim askerlerle birlikte başka milletlerin askerleri de var.” diyerek, Selçuk’a uzunca bakıp, konuşmasını sürdürdü.
“Günlerdir kendimize siperler kazdık. Bir gün, tam istirahat halindeyken kuzeydeki topçu bataryalarından taciz atışları yapılmaya başlandı.” dedikten sonra heyecanlandı, yüzü kızarmaya başladı. Biraz durdu. Kendinden geçmiş bir ruh hali içinde:
“Komutanımız bu atışlar geçici atışlar, asıl atışlar, sabaha karşı yapılacak,” dedi. Selçuk’un heyecanlanıp heyecanlanmadığını anlamak için Selçuk’a baktı. Halinden memnun bir durumda anlatımına tekrar başladı:
“Bu arada; biz, siperlere koşuşurken, diğer milletlerin askerleri, etrafımızda çil yavrusu gibi, sağa sola kaçışmaya başladılar.” Duygulanarak, bir noktaya bakarak:
“Biz, bütün çarpışmalarda 741 şehit verdik,” dedikten sonra biraz durakladı, tekrar Selçuk’a baktı. Selçuk’un dinlemediğini görünce, sessiz anlatımlar yaptı, Selçuk, bunları anlamadı.
“Ne işiniz vardı Kore’de?” diye fısıldar gibi söylenen ve kendi iç dünyasına dalan Selçuk, alçak tepelerin birinden inen ve bir diğerine tırmanan otobüsün, tepeler arasında kalan düzlüklerdeki, sararmaya yüz tutan ve yeşilliklerini koruyan bitkileri seyretmeye dalmıştı. Uzaklarda, yalçın ve her zamanki gibi mor rengiyle Karadağ sanki Selçuk’un etrafında dönüyordu. Selçuk, bir müddet, bu durumu aracın, Karadağ’ın etrafında dönüyor olarak hayal etti.
Başını otobüsün camına dayayan Selçuk, nereye gittiğini, ne iş yapacağını ve yapacağı işin ne kadar devam edeceğini düşünerek, kendini bilinmezliklerin içinde dönüp durduğunu hissetti. Yapacağı iş hakkında hayaller kurmaya başladı.
Babası, otobüs biletini verirken: “Otobüs hareket ettikten yaklaşık bir saat sonra sol tarafta göreceğin büyükçe bir derenin hemen yanındaki iki katlı yeşil renkli binanın önünde ineceksin. Binaya girip, Ziraat Mühendisi Ahmet Bey’e geldiğini söyleyeceksin,” dedikten sonra, Selçuk’un meraklı bakışları karşısında, “bilet alırken nerede ineceğini not ettiler, korkma,” diye de eklemişti.
Selçuk, yılarca yaptığı işleri hatırlamaya başladı:
Mahalle ve caddelerle sokak aralarındaki simit satmalarını…
Öğle üzerleri gelen kara trenlerde su ve iplere dizdiği elmaları satmalarını…
Haşlanmış ve ütülü mısır satmalarını…
Bahçelerinde yetiştirdikleri domatesi biber ve patlıcanları satmalarını…
Fırında ekmek satmalarını…
Bağlardaki üzüm asmalarına ilaç atmalarını…
Bayramlarda balon ve el işi kâğıdından yaptığı fırıldakları satmalarını…
İnşaat işlerindeki çalışmalarını bir bir düşündü.
Bunların hepsi henüz güneş doğmadan yapılmaya başlanılan işlerdi ve Selçuk, uykuyu çok sevmesine rağmen bu işleri yapmak mecburiyetindeydi.
Şimdi acaba nasıl bir iş yapacaktı? Nerede yatıp, kalkacaktı? Nerede yemek yiyecekti? Yemekler kaç lira olacaktı? Bunların hiçbirini babasına soramadı. Babası sadece beş lira vermiş, iş konusunda Ahmet Bey gerekeni yapacağını söylemişti.
Otobüs yeşil binanın önüne geldiğinde, şoför eline aldığı kâğıdı bir müddet okuduktan sonra:
“Yeşil binanın önünde inecek olan kim?” diye sordu.
Selçuk’un ayağa katlığını görünce:
” Yeğen bak yeşil bina burada, burada inmeni istemişler,” dedi.
Yolun karşı tarafına geçen Selçuk, söğüt ve kavak ağaçlarıyla çepeçevre sarılan dereden, binaya uzunca ahşaptan yapılı bir köprüden geçerek, kapısı açık olan binaya girdi. Binanın alt katında uzunca bir koridor yer alıyordu ve içerde görünürlerde kimse yoktu. Koridorda ilerledikten sonra yan yana konulan banklardan birine oturan Selçuk, neyi beklediğini bilmeden, beklemeye başladı.
Bir müddet sonra ayak seslerini işitti ve kendini toparlayarak, sesleri dinlemeye çalışan Selçuk, yukarı kattan orta yaşlı, hafif kilolu ve düzgün giyimli birinin indiğini gördü, ayağa kalktı. Gelen kişi:
“Ne istiyorsun?” diye sorması üzerine Selçuk:
“Ahmet Bey’le görüşeceğim,” dedi. Birlikte bir üst kata çıkıldıktan sonra, genç adam, soldaki ilk kapıyı göstererek:
“Ahmet Bey’in odası orası,” dedi.
Çekingen ve ürkek adımlarla odaya giren Selçuk, gördükleri karşısında, bir an için oldukça şaşkın bir duruma geldi. İki pencere camının da açık olduğu çok büyük bir oda; Oda, duvarlarının büyük bir kısmı yerdeki farklı renk ve büyüklükteki saksılarda bulunan çiçeklerin tavana kadar uzanan dallarıyla kaplı.
Odaya girişte ve kapının sol tarafında yer alan camla çerçevelendirilmiş ve Şeyh Edebali’nin öğütlerinin bulunduğu büyük bir çerçeve. Selçuk, çerçevedeki yazıların bir kısmını okuduğu halde hiçbir şey anlamadığı için bulunduğu yerden biraz daha ilerledi. Büyük bir masanın önüne kadar çekinerek geldi. Masanın, Arkasındaki duvarın yukarı kısmında kalpaklı bir Atatürk resmi; ön kısmında da iki koltuk ve koltukların arasında büyükçe bir sehpa vardı.
Batmaya yönelen güneş, sağ taraftaki pencereden yakıcı bir şekilde ve keskin bir ışık haznesiyle geldiği için içinde irice balıkların da bulunduğu büyük bir akvaryumun önündeki mühendis Ahmet Bey’in olduğunu görünce olduğu yerde adeta dondu kaldı, yüreği yaralı bir kuş gibi çarpmaya başladı. Çok heyecana kapılan Selçuk, Ahmet Bey’i bir karartı gibi görmeye başladı ve başı ağrıdı.
Uzun boylu, esmer, arkaya özenle taranan siyah saçlarla bir salon beyefendisi görünümünde olan ve burnunun üzerine tam oturmayan ve her an düşecekmiş gibi görünen gözlük kullanan Ahmet Bey, geriye döndüğünde Selçuk’u görünce bir an durakladı, masasına ağır adımlarla gelip, oturdu. Selçuk’a bir süre baktıktan sonra:
“Evet, ne istiyorsun?” diye sorması üzerine Selçuk, uykudan yeni uyanır gibi Ahmet Bey’e kısık bir sesle:
“Çalışmaya geldim” diyebildi.
Masaya oturan Ahmet Bey, önündeki büyükçe bir kâğıda bir süre baktı:
“Sen Selçuk musun?” diye hafifçe gülerek sorunca, uykudan uyanır gibi kendisini toparlayan ve kendisine ismiyle bir soru sorulması karşısında:
“Evet,” diyerek bir sevinç yaşadı, Selçuk.
“Okullar açılıncaya kadar çalışacaksın.”
“Yatma ve yemek için para harcamayacaksın”
“Paraya ihtiyacın olunca, sizlerle ilgilenen kişilerden bir miktar alacaksın, bu aldığın para, maaşından kesilecek,” gibi insani ihtiyaçlarla bilgi veren Ahmet Bey:
“Dışarıdaki bankoda bekle, gelip seni çalışacağın yere götürecekler,” dedi.
İçi oldukça serin olan odadan ayrılan Selçuk, koridordaki bankın üzerine oturdu. İçinde iki gömlek, birkaç iç çamaşırı bulunan çantayı açtı, çantadan annesinin özenle hazırladığı mayalı ekmeğe deri tuluk peyniri sıkılı sıkmayı çıkardı, birini nefesi kesilerek yedi, diğerini tekrar gazeteye sararak, çantaya koydu.
Kendisini almaya gelecek olan kişiyi beklemeye başladı, etrafını saran ve çok rahatsız eden sinekleri bir eliyle kovalamaya çalışırken, bina dışından gelen rüzgârın, sinekleri binaya girmeye zorladığını düşündü.
Beklenilen kişinin gecikmesi, Selçuk’u yalnız hissettirmeye başladı ve yoğun bir duygusallık içine aldı. Bilmediği bir yerde; nereye gidecek, ne iş yapacak, kimlerle karşılaşacak, nerelerde kalacak, ne yiyecek, çalışacağı yere nasıl gidecek gibi konular arasında dalıp gittikçe içinde bir acının bir sızının oluştuğunu anladı.
Erken saatlerde uyanması, yolculuk yapması, peynir sıkması yemesi, neler yapacağını düşünmesi, bir ağırlık oluşturdu ve Selçuk, oturduğu bankın üzerinde uykuya dalmayı çok arzuladı. Ancak bir ayak sesinin yaklaşmakta olduğunu duydu ve kendisine geldi ve binaya giriş yönüne baktı. Bulunduğu yere yaklaşan orta boylu, tıknaz, ablak yüzlü biri, önünden geçerken Selçuk’a bakmadan Ahmet Bey’in odasına girdi. Birkaç dakika sonra güler bir yüzle Selçuk’a yaklaşan kişi:
“Selçuk seni ilçeye götüreceğim, orada seni bekliyorlar,” dedi.
Selçuk, yavaşça oturduğu yerden kalktı,
“Nasıl gideceğiz?” diye sordu.
Selçuk’u kazaya götürecek olan kişi, Selçuk’a güler yüzle ve dikkatlice bir müddet baktıktan sonra:
“Benim adım Cemal derenin karşı tarafında traktör var onunla gideceğiz,” dedi. Selçuk’un soru sormasına meydan vermeden,
“Selçuk’a acele etmesini ve güneşin batmadan önce ilçeye varmaları gerektiğini” de söyledi.
Selçuk, köle pazarında satılan köleler gibi yeni sabinin yanında boynunu bükerek, yavaş adımlarla Cemal’i takip etti. İkisi birlikte derenin üzerindeki ahşap köprüden geçip, yolun karşısındaki traktörün yanına geldiler.
Traktörü çalıştıran Cemal, Selçuk’a römorku göstererek, “atla” dedi ve biraz bekledikten sonra dereyi takip eden tozlu yolda ilerlemeye başladı.
Derenin her iki tarafında üst kısımlarında leylek yuvaları bulunan yüksek kavak ağaçları ve dalları dere sularına kadar uzanan söğüt ağaçları ve bunların aralarında allı morlu renklerde çok değişik bitkiler vardı. Arada sırada dereden kurbağa sesleri ve bu seslere kuş cıvıltıları karışırken, traktörün yaklaşması karşısında kümeler halinde dallara tüneyen kuşlar uçuyorlardı. Çok ağır bir biçimde ilerleyen traktör, arkasında tozlardan bir bulut oluşturuyordu.
Yeşillikler üzerinde belli belirsiz hareket halinde insan karartılarını gören Selçuk, oldukça heyecanlandı. Bunların ne olduğunu anlamaya çalışırken, bu karartılara yaklaşıldığında, bunların erkekli kadınlı tarım işçileri olduğunu gördü, sayılarının otuz-kırk kadar tahmin etti.
İşçilere yaklaşıldığı zaman Cemal, traktörün çalışmasını durdurdu, Selçuk’a eliyle işçilere gideceğini işaret etti ve ağır adımlarla ve işçilerin bakışları arasında işçilerin yanına vardı. İşçilerin bir bölümü çalışmayı durdurdu ve Cemal ile Selçuk’un anlayamadığı el kol hareketleri yaparak konuşmaya başladılar. Bir müddet sonra Cemal, yerdeki testiyi başına dikerek, kana kana su içti, ağzını elinin ters tarafıyla sildi ve hızlı adımlarla traktöre doğru yürümeye başladı.
İlçenin dış mahallelerine yaklaşıldığında, top oynayan yaşları küçük çocuklar, traktörü gördüklerinde, hep birden Cemal ve Selçuk’a el salladılar. Selçuk, çocukları görünce çok sevindi ve çocuklara el sallayarak, karşılık verdi. Cemal, römorka karşı dönerek, Selçuk’a güldü ve eliyle çocuklara bazı işaretler yaptı.
Traktör dar sokaklardan geçtikten sonra, etrafı ağaçlarla çevrili bir meydana girdi ve önünde birkaç masa ve masanın etrafında insanların oturduğu bir kahvehanenin önünde durdu, traktörün çalışmasını durduran Cemal, yere atladı ve selam vererek, bir sandalyeye oturdu. Cemal’in etrafını saranlar, arada sırada römorktan inen Selçuk’a da bakarak, sorular sormaya başladılar.
Konuşmalar hararetle sürerken biri uzun boylu, ayağının biri aksayan, keskin bakışlı ve hiç gülmeyen genç bir adam ile yanında öğrenci olduğu her davranışından belli olan çekingen ve az konuşan bir genç, Cemal’in yanına geldiler. Cemal ayağa kalkarak, gelenlerin nazikçe ellerini sıktı ve oturmalarını söyledi. Bir taraftan yaşlı kişi ve diğer taraftan da öğrenciye benzeyen kişi, Selçuk’a uzunca baktılar. Cemal:
“Arkadaşın adı Selçuk” dedi ve “sizinle çalışacak, Ahmet Bey gönderdi,” diye de gülerek ekledi. Gelenler, Selçuk’a hoş geldin anlamında başlarını öne arkaya eğdiler.
Öğrenciye benzeyen kişi, Selçuk’un yanındaki sandalyeye oturdu, isminin Veli olduğunu söyledi ve kendi sessiz dünyasına döndü. Yan yana oturan Selçuk ve Veli, hayvan pazarlarında saltığa çıkarılan kurbanlık koyunlar gibi etrafı seyrettiler ve dinlediler. Bir ara Selçuk, Veli’ye:
“Nerede kalacağız?” diye sordu. Veli, omzunu sallayarak, bilmediğini belirtti. Önlerine konan çaya baktılar ve zurnada peşrev olmaz ne çıkarsa bahtımıza der gibi birbirlerine hafifçe gülümsediler.
Akşamın ilerlemesi üzerine, bir ayağı aksayan adam:
“Çocuklar kalkın gidiyoruz,” dedi ve birlikte kalktılar. Dar sokaklardan elektrik lambasının soluk ışıkları altında ilerleyip, yüksek duvarlarla çevrili bir ahşap kapının önünde durdular. Bir müddet sonra açılan kapıdan içeri girdiler ve her iki tarafında mevsim çiçeklerinin bulunduğu dar bir alanda yürüyerek, güler yüzlü yaşlıca bir kadının buyur etmesi ile evin içine girdiler.
Selçuk ve Veli’yi eve getiren ayağının biri aksayan kişi, “adım Hasan,” dedi ve yaşlı kadına döndü, “annem Hatice” diye annesini tanıştırdı. “Bu gece burada kalacaksınız,” dedikten sonra “sizi sabah erkenden gelip alacağım ve çalışacağınız yere götüreceğim,” diyerek, evden ayrıldı.
Selçuk, üstünün başının toz içinde olduğu için, bir kova su alarak, içine bir maşrapa koydu ve bahçeye çıktı. Önce gömleğini çıkarıp, güzelce çırptı, pantolonunu silkeledi. Sonra kovadan maşrapaya doldurduğu suyla da elini, kollarını ve yüzünü bolca yıkadıktan sonra, saçını da eliyle kurulayıp, başındaki tozları yok etmeye çalıştı.
Eve dönen Selçuk, Veli’nin yanına gelip, oturdu. Kendisini çok yorgun hissetmeye başladı, adeta Veli ile konuşmaya bile gücü olmadığını anladı. Veli’nin yüzüne gözünü kaçırmadan bakması üzerine, Veli, “acıktın mı?” diye sorunca, evet anlamında başını öne eğebildi.
Hasan’ın annesi Hatice, odaya büyükçe bir sofra bezi serdi, üzerine kasnak yerleştirdi, kasnağın üzerine de yeni kalaylanmış bir sini koyarak, misafirleri için bir yer sofrası hazırlamaya başladı. Sininin üzerine derin bir kabın içinde kuru fasulye, yayvan bir tabağın içinde de bulgur pilavı, büyükçe bir tasın içinde de erik hoşafı ve iki tane tahta kaşık bıraktı. Güler bir yüzle, “sofraya gelin çocuklar,” dedikten sonra odadan ayrıldı.
Hasan’ın annesi Hatice, “yan taraftaki odaya iki yer yatağı serdiğini ve istedikleri zaman yatabileceklerini söyledi.” Biraz durakladıktan sonra “sabahleyin görüşürüz, hayırlı geceler,” diyerek, misafirlerinin yanından ayrıldı.
Sininin iki tarafına karşılıklı oturan Selçuk ve Veli, kafalarını kaldırmadan adeta var güçleriyle fasulye ve bulgur pilavına uzunca bir zaman hiç konuşmadan kaşık çaldılar. Oluşan sessizliği Veli:
“Atatürk, İstanbul’dan ayrılmadan önceki akşam annesi Zübeyde Hanım ve Kardeşi Makbule ile annesi ve kardeşinin kaldıkları evde yer sofrası kurarak, kuru fasulye yediklerini tarih öğretmenimiz anlatmıştı” diyerek bozdu.
“Ne zaman bir kuru fasulye yesem hep Atatürk’ü hatırlarım,” diyerek de konuşmasını sürdüren Veli’yi ilgiyle dinleyen Selçuk:
“Atatürk’ün kuru fasulyeyi çok sevdiğini duymuştum,” dedi.
Yemekten sonra üzerlerine bir ağırlık çöktüğünü hisseden Selçuk ve Veli, sofrayı kaldırıp kaldırmama konusunda bir müddet tereddüde düştüler ve Hatice Hanım’ın bu konuda her hangi bir isteği olmadığını hatırlayıp, yatacakları odaya geçtiler.
Tabanı çeşitli geometrik şekiller ve motiflerle süslü büyük bir kırmızı halıyla kaplı, tavanı yüksek olan büyük bir odada kapının karşısında bir pencere ve pencerenin önünde de iki duvara kadar uzanan bir sedir, misafirleri kucaklamaya hazır gibi duruyordu.
Sedirin üzerinde kahverengi-beyaz renklerle kaplı dayama yastıkları ile bu yastıkların altında değişik desen ve renklerden oluşan minderler vardı. Odanın iki yanındaki duvarlarda kırmızı renkli geyik halılarıyla kaplıydı.
Hatice Hanım’ın, duvarlara yakın yerlere beyaz renkli ve kanaviçe işlemeli yastıklar ile yeşil ve mavi renkli ipekli yorganları olan iki yatak sermiş olduğunu gören Selçuk ve Veli, hayranlıklarını gizleyemeyerek, “bu ne güzellik” dercesine birbirlerine baktılar.
Sessizliği bozan Veli:
“Bizim buralarda bu gördüklerimizden çok var,” dedi.
Selçuk, gördükleri ve duydukları karşısında adeta büyülenmiş gibi hiçbir şey söylemeden evlerini ve evlerindeki odalarını hatırladı, olduğu yerde dondu kaldı.
Velinin uyarması ile kendini toparlayan Selçuk, çantasını açıp içinden temiz çorap çıkarırken, annesinin verdiği peynirli sıkmayı gördü. Sevindi. Çantadan çıkardı ve gülerek Veli’ye:
“Annem yapmıştı, çok güzel peynir sıkması, yer misin?” diye sordu ve Veli’den gelecek yanıtı beklemeden, sıkmayı ikiye böldü ve birini Veli’ye uzattı.
“Ben bunu çok severim,” diyen Veli, sıkmanın yarısını aldı ve ikisi birden sıkmayı yemeye başladı.
Yataklarına uzanan Veli ve Selçuk, nasıl bir iş yapacaklarını düşünmeye daldılar.
Orta boylu, zayıf, esmer, her zaman az konuşan, eğitilmiş profesyonel askerler gibi, çalışmaya her an hazır, özgüveni gelişmiş, atılgan bir delikanlı olan Selçuk, fakir ve yoksul bir ailenin üç çocuktan en küçük olanı. Erkek olması ona aile içinde bir ayrıcalık tanıyor. Yaşadığımız toplumda olduğu gibi. Her zaman erkekleri öne çıkaran toplumumuzda, erkek çocukları olmayan kadınları boşayıp, yeniden evlilik yapan erkeklerin sayıları azımsanmayacak durumdadır.
Selçuk, ailede ayrıcalıklı sayılsa da bahçe işlerini, kuyudan su çekilmesini, bazen yakınlarındaki çeşmelerden su taşınmasını, ineklerin bakımlarını ve yemlerini verendi.
Okulda da başarılı bir öğrenci olan Selçuk, öğretmenleri ile öğrenci arkadaşları tarafından çok sevilen ve aranılan bir kişiydi.
Selçuk, ailesinin fakir olması nedeniyle, ailesine maddi katkılarda bulunmak için okul tatillerinde değişik işlerde çalışırdı.
Hatice Hanım, bolca bir sulu pilav yaptı. Büyükçe bir tasa koyduğu sulu pilavları, sofraya bırakan Hatice Hanım:
“Çocuklar… Çocuklar” diyerek, misafirlerini uyandırdı.
Sulu pilavlarla karınlarını doyuran Veli ve Selçuk, araba sesini duyunca toparlandılar, Hasan’ın avluya girmesi ve “hazırlanmışınız, gidelim,” demesiyle arabaya doğru yürüdüler.
Orta yaşlarda görünen, kısa saçlı, uzun boylu olan ve tek atın çektiği araba sürücüsü, gelenlerin arabaya binmelerinden sonra, atını yürüttü. Dereyi takiben uzunca bir yürüyüşten sonra birkaç ağacın bir arada olduğu ve henüz sararmamış çimlerin bulunduğu bir alana gelindi.
Burası, dere boyunca uzanan ve üzerinde herhangi bir ağaç olmayan düzlük bir arazi idi. Sadece dere boyunca yer yer yeşillikler görülüyordu. Bunlar genellikle söğüt ve kavak ağaçlarıydı.
Beyaz bulutların ağır ağır hareket ettiği, bazı kuşların ağaç dallarına konup, uçtuğu hareketliliklere, deredeki kurbağa sesleri karışıyordu. Bu sessizliklerde arabacının:
Tamam, geldik,” sesi, etrafta yankılandı.
Arabadan Hasan, Veli ve Selçuk arka arkaya indiler. Hasan elindeki su testisini yere koyarken Arabacıya:
“Bekle,” dedi.
Hasan, çimlerin üzerine oturdu ve elinde tuttuğu ahşap çantayı açtı. İçinden iki adet şerit şeklinde metre, iki adet kalın kaplı defter ve çok sayıda da mürekkep kalem çıkardı. Biraz bekledikten sonra Veli ve Selçuk’u yanına çağırarak, konuşmaya başladı:
“Yapacağımız iş, bu gördüğünüz arazilerin enini ve boyunu bu şeritlerle ölçeceğiz,” dedi.
Hasan’ı dikkatle dinleyen Selçuk:
“Neden ölçüyoruz ki?” diye sordu.
“Bu araziler, bu dereden akan su ile sulanıyor,” diyen Hasan, elindeki defteri göstererek:
“Ölçtüklerinizi buraya yazacaksınız,” dedi.
Hasan, 20 m. uzunluğundaki şeritlerden birinin ucundan tuttu; diğer ucunu da Selçuk’a tutturduktan sora ilerlemeye başladı. Şerit bitince, olduğu yerde durdu. Selçuk’a:
“Şimdi de sen yanıma gel,” dedi.
Selçuk, Hasan’ın yanına gelip, yürüyüşünü sürdürdü, 20 m. Gitti ve şeridin bittiği yerde durdu.
Hasan:
“Gördünüz değil mi? Böyle çalışacağız,” dedikten sonra eline defteri alarak:
“Ölçtüklerimizi de en ve boy olarak bu deftere yazacağız,” dedi.
Veli ve Selçuk, gülmeye başladılar. Hasan’ın kızmasından çekinen Selçuk:
“Bu çok kolay bir iş,” diyerek, neden güldüklerini anlatmaya çalıştı.
Tamam, anlamında gülümseyen Hasan:
“Saatler ilerledikçe sıcaklar bastıracak,” diyerek, Veli ve Selçuk’a manalı bir şekilde baktıktan sonra:
“Sizin şapkalarınız yok, gömlekleriniz de sizi, yakar,” dedi.
Hasan, arabacının yanına geldi:
“Şehre gidelim, birkaç şapka ile birkaç tişört alalım. Bunlar bu güneşin altında yanarlar,” diye adeta arabacıya dert yandı.
Arabaya binen Hasan:
“Sıcaklar bastırınca karşıdaki ağaçların altına gidin,” diye Veli ve Selçuk’u uyardı.
Ölçümler başladı:
Adı: A Eni: 75 Boyu: 145
Adı: B Eni: 45 Boyu: 110
Adı: C Eni: 80 Boyu: 150
Ölçümleri durmadan sürdüren Veli ve Selçuk, bir ara susadıklarını hissettiler. Selçuk, testinin olduğu yere kadar giderek, testiyi alıp getirdi ve birlikte dere kenarındaki ağaçların altına giderek, kanıncaya kadar su içtiler.
Cebinden çıkardığı mendille yüzünü ve boynunu silen Selçuk:
“Hasan’ın dediği gibi sıcak bastıracak,” dedi.
“Evet, ama yapacağımız tek şey çalışmak,” diyen Veli, “gelirken ayrıca bir kap daha getirelim, ara sıra başımızı da ıslatır, biraz serinleriz,” dedi.
Erken uyandıkları için ya da serinliğin verdiği rehavetten olsa gerek, Veli ve Selçuk, uyku haline girdiler ve bir ara sessizlik çöktü. Ağaca yaslanan Selçuk:
“Veli benim uykum geldi,” dedi.
“Benimde,” diye karşılık verdi, Veli.
Uzaklardan gelen bir araba tekerleğinin sesi, uykuya dalmak üzere olan Veli ve Selçuk’un dikkatini çekti. Birlikte, sesin geldiği tarafa doğru bakmaya başladılar.
Hasan, ayrıldığı arabayla geri döndü. Çok sayıda etli ekmek ve şişe ayranı ile şapka ve tişört getirdi. Birlikte öğle yemeklerini yediler, henüz ılımamış olan ayranları içtiler. Ne var ki, önünü alamadıkları bir uyku dalgası çok süratli ve kuvvetli olarak bir kez daha geldi. Bu durumu gören Hasan:
“Çocuklar biraz kestirin, daha sonra çalışırsınız,” diyerek Veli ve Selçuk’u rahatlattı. Yanındaki arabacıya da dönerek:
“Ayrılma, beraber döneceğiz,” dedi.
Uyandıktan sonra gömleklerini çıkarıp, tişörtlerini ve şapkalarını giyen Veli ve Selçuk, bir parça dinlendiklerini hissettiler ve çalışmalarına tekrar başladılar.
Adı: Eni: Boyu:
Diyerek, ölçümlerini yaptıkları arazilerin ölçülerini, ellerindeki deftere yazmaya başladılar…
Henüz akşam olmadan Veli ve Selçuk’u yanına çağıran Hasan:
“Çocuklar bu günlük bu kadar, hazırlanın gidiyoruz,” dedi.
Selçuk:
“Her gün mü bu kadar çalışacağız?” diye sorusuna karşılık Hasan:
“Hayır, ilk günde fazla yorulmanızı ve güneşin altında ilk günden yanmanızı istemiyorum.” diye yanıtladı.
Birlikte arabaya bindiler. Geldikleri yoldan tekrar geriye dönerek, yerleşim alanına geldiler. Kahvehaneleri, bakkal dükkânlarını, fırınları ve bazen tek katlı, bazen de iki katlı kerpiç evleri bir bir geçerek, yeni bir iki katlı evin kapısı önünde durdular. Burası, bu gece kalacakları evdi.
Ellerini, yüzlerini ve ayaklarını yıkadıktan sonra genişçe ve serin bir odaya girdiler. Kapının yanındaki mindere oturup, etrafa bakmaya başladılar.
Kapıyı açıp, odaya giren kısa boylu kilolu bir adam:
“Hoş geldiniz,” deyip, tekrar odadan ayrıldı.
İçinde oldukları odanın serin olması, Veli ve Selçuk’ta bir gevşeme bir rahatlama oluşturdu. Kısa bir süre için aralarında bir sessizlik oluşmuş iken Veli ve Selçuk’un dikkatini, odanın dışında Hasan’ın: “arkadaşlar dinlensinler, hatta uyumaları için yardımcı olun, akşam çok dinç olsunlar,” sözleri çekti.
Kapının açılması ve elinde yastık ve pike ile odaya giren genç bir adam:
“Uyumak isterseniz minderlere uzana bilirsiniz, uyumanız sizi dinlendirir,” dedi.
Güneş çoktan batmış, akşam kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Uykularından uyanan Veli ve Selçuk, çok iyi bir şekilde dinlendiklerini anladılar. Ancak Hasan’ın “akşam dinç olsunlar” sözünü hatırladılar ve ne demek istediğini anlamakta zorluk çektiler. Ellerini ve yüzlerini yıkayan Veli ve Selçuk, ayrıldıkları odaya dönerken, genç bir kadın onları yeni bir odaya götürdü.
Kapıdan girilince: sağ taraftaki duvarın önünde üç sandalye, karşı tarafında büyük bir pencere ve iki yanında da üzerlerine mavi renkli kahveci güzeli ipekli halıların çakılı olduğu duvarlarla çevrili dikdörtgen şeklinde büyük ve genişçe bir oda.
Odaya giren Veli ve Selçuk, iki minder ve üzerinde de dayama yastıklar bulunan yerlerden Selçuk, kapının yanındaki minderin üzerine; Veli’de karşıdaki mindere oturdu. Minderlerin yanındaki sehpalar dikkatlerini çekse de bir anlam veremediler.
Veli ile Selçuk, birbirlerine sessiz bir şekilde baktıkları sırada, içeriye ellerinde birer tepsi taşıyan iki kız girdi. Ellerinde taşıdıkları tepsileri Veli ve Selçuk’un yanındaki sehpaların üzerine bırakarak, odadan çıktılar. Az sonra, aynı kızlar, bu kez birinin elinde bir sehpa, diğerinin elinde de önce getirdikleri tepsilerin aynısı olan bir tepsi ile odaya girdiler. Sehpayı üç sandalyeden ortadaki sandalyenin önüne, tepsiyi de sehpanın üzerine bırakıp, sessizce odadan ayrıldılar.
Selçuk, sehpaların üzerine bırakılan tepsilerin içindekileri merak etti ve uzanıp, tepsinin içindekilere baktı. Tepsinin içinde: bakır bir tasta yoğurt, yine bakır sahanlardan büyük olanın içinde kavrulmuş et, diğer kaplarda; kızartma, yaprak sarması, patates püresi, nohut ezmesi, birkaç parça ekmek, içinde ne olduğunu anlayamadığı içinde beyaz renkli suya benzeyen bir sıvının bulunduğu bir şişe ile bir su sürahisi ve birkaç bardak olduğunu gördü. Bir anlam veremedi. Bunlar yenilmek için bırakılmış ise neden sehpa önlerinde değil de yanlarına koyulmuştu?
Uzun boylu, saçları ve bıyıkları kırarmış ve elinde cümbüş olan bir erkekle, genç oldukları her hallerinden anlaşılan elinde darbukası olan bir erkekle elinde tef olan genç bir kız, birlikte odaya girdiler. Elinde cümbüş olan, “hoş geldiniz ağalar,” dedi ve birlikte ortada elinde cümbüş olan kişi ve sağ tarafında tef ve solunda da darbuka olanla birlikte sandalyelere oturdular.
Olanlar karşısında Selçuk’un kafası iyice karıştı, ne olup bittiğini anlamaya çalışırken; biri kumral, diğeri sarışın iki kadın birlikte ve gülerek, odaya girdiler. İkisinin de başlarında kulaklarının arkasında bağlanmış ve arkadan üçgen şekil verilmiş beyaz renkli başörtüsü; üzerlerinde de yine beyaz renkli ve parlaklıkları dikkat çeken bluz, bellerinde sarı renkli kemer, kumral olanda mavi, sarışın olanda da yeşil renkli olan şalvar vardı.
Kumral olan kadın, ellerini iki yana açarak:
“Hoş geldiniz, yiğitler,” dedi.
Sarışın olan kadın, elinde cümbüş, darbuka ve tef olan kişilere dönerek:
“Ahmet ustam, vur sazın tellerine,” der demez, hareketli bir müzik sesi, bir bahar kokusu gibi odayı doldurdu.
Selçuk, ayakları çıplak olan kadınların bazen topukları, bazen de parmakları üzerinde inip kalkarak, öne ve arkaya yaslanarak, oyunlarını seyrederken, memleketlerinde, konser ekipleriyle birlikte gelen dansözleri hatırladı. Günler öncesinde konser reklamları ve dansözlerin bulunduğu reklam afişleri, sinemanı ön camına asılırdı. Arkadaşları gibi Selçuk’ta sinemanın önlerinden gelip geçerken, etrafta kimsenin olmadığını görünce uzunca, birkaç kişinin olduğunu görünce de göz ucuyla bakarak geçerdi.
Dansözün güzel olup olmadığı konusunda arkadaşları arasında günlerce tartışmalar yapılırdı. Konser günü, arkadaşları arasında denkleştirdikleri bir miktar parayı, yetkiliye gösterirler, yetkilinin: “geçin” demesi üzerine koşarak, balkona çıkarlardı. Sigara dumanlarının karartısı altında dansöz sahneye çıktığı zaman, alkışlar, ıslıklar ve var ol, yaşa sesleri sinemada çınlardı. Sahnede bir oyana bir bu yana birkaç kez dönen dansözün ne yüzü ne zayıf ya da kilolu oluşu fark bile edilmeden, sahneden ayrılırlardı.
İçinde oldukları odada, iki kadın çıplak ayaklarıyla, ellerine bağladıkları zillerin sesi ile cümbüşün tellerinden, darbuka ve tefin derilerinden dökülen sesler, bir ahenk yaratıyorlar, bu ahenk içinde Selçuk, adeta başka bir dünyada uçuyordu. Bir ara sıkça duyduğu öteki dünyada hurilerin olduğu anlatımlarını hatırladı. Acaba ben öldüm mü diye düşünse de ortada iki kadın, karşısında Veli ve sağ tarafındaki saz ekibine bakarak; “hayır! Ölmedim, yaşıyorum,” diye düşündü ve bütün benliğini oynayan kadınları seyretmeye verdi.
Yuvarlak kalçaları, saat tik-takıları gibi hızla sağa sola gidip gelen kadınların baş örtüleri, rüzgâra kapılmış gibi savrulurken; şalvarlarının uçları birer daire çiziyorlardı.
Ayak topukları ve parmakları üzerinde birer kuğu gibi seken, bazen birbirlerine değecekmiş gibi seken, bazen sırt sırta gelen, bazen de sağa sola dönen kadınları, cümbüşçünün, “hay yavrular” sesleri ve tefçinin ayağa kalkarak, kendi etrafında dönmesi ve darbukacının da yere oturarak, havayı coşturmaları, kadınları da coşturuyordu. Bir müddet sonra kan ter içinde kalan kadınlar, odadan dışarıya çıktılar ve ellerinde tahta kaşıklar olduğu halde tekrar odaya girdiler. Kadınların hemen arkasından Hasan ve uzun boylu genç bir adam da odaya girip, pencerenin önündeki minderlere oturdular.
Kumral olan kadın, odaya girince, Selçuk’un yanına gelip oturdu. Hiç beklemediği bu davranış karşısında Selçuk, şaşırdı ve kadına bakmamak için başını öne eğdi.
Kadın, Selçuk’un çenesinden tutarak, başını kaldırdı, gülerek:
“Sıkılma ve çekinme yiğidim, bunları çok sık yaşayacaksın,” dedi.
Selçuk, kadının konuşması karşısında heyecanlandı; kadına baktığında kadın, bir göz kırptı.
Kadın, tepsideki kavrulmuş etten bir parça çatalla Selçuk’a verdi; bunu takiben biraz kızartma ve takiben de bir yaprak sarması verdi. Arkasından bardaklardan birine şişelerden birinde bulunan suya benzeyenden döktü, bardağı sürahiden döktüğü suyla doldurdu, alkolden Selçuk’a içiren kadın, arkadan da sudan da içirdi ve bir kaşık yoğurta verdi, sonra Selçuk’un sağ yanağından öptü.
Selçuk, neye uğradığını şaşırdı, alkol boğazını yaktı. İlk kez alkol alan Selçuk, içinin yandığını hissetti, titremeye başladı; kaynayan bir kazana düşmüş gibi vücudunu sıcaklık kapladı, terlemeye başladı.
Selçuk, yoğunlaşan terlerinden kurtulmaya çalışırken, birden müzik sesini duydu. Selçuk’un yanındaki kadın, “geleceğim yiğidim” dedi ve yanındaki tahta kaşıkları parmaklarına yerleştirip, müziğin ritmine uyarak, oynamaya başladı. Kadın, ara sıra Selçuk’un önüne de gelip, eğilerek oynamasını sürdürdü.
Selçuk, büyük bir hayranlıkla oynayan kadını izlerken, hayatında ilk kez bir kadının yanağından öptüğünü düşündü ve hala öpülen yanağında sıcaklığı hissetti ve içinde ılık bir mutluluk rüzgârının estiğini sandı. Okulda hiçbir kız arkadaşıyla kalem ve kitap almak ve vermek dışında hiç konuşmamış olan Selçuk, bir gün kız arkadaşlarının arkasındaki sıraya oturduğu için iki gün heyecanını yenemediğini hatırladı.
Oyununu bitiren kadın, tahta kaşıkları diğer arkadaşına vererek, Selçuk’un yanına yine gelerek, oturdu. “Nasılsın yiğidim?” diyerek, çatalla kavrulmuş et ve diğer yiyeceklerden birer parça verdikten sonra, alkol su ve yoğurt verdi, gülerek ve sıcak bir sesle:
“Adın ne yiğidim?” diye sordu.
Selçuk, yeni konuşmaya başlayan çocuklar gibi dili dolandı, adını unuttu ve kadına uzunca baktı.
Kadın, tekrar yiyecekler verdikten sonra alkol, su ve yoğurt verdi ve biraz daha yaklaştı; sıcak nedeniyle bluzunun yukardan iki düğmesini açtı ve hafifçe Selçuk’a doğru uzanınca bir parça açığa çıkan canlı ve düzgün beyaz rengi andıran göğüslerini Selçuk gördü. Çarpılmış gibi bir duruma gelen Selçuk, kalp çarpıntılarını duymaya başladı, eklemlerinin çözüldüğünü sandı, korktu, yüzü kızardı. Bu durumu gören kadın, Selçuk’u tekrar öptü ve daha da yaklaşarak:
“Aldırma be yiğidim,” dedi.
Selçuk yanındaki kadından gözlerini kaçırıp, oynamakta olan diğer kadını izlemeye başladı. Bir ara cümbüş çalan adama bakan Selçuk, adamın göz kırpmasıyla başını öne eğdi. Önündeki kadın, eliyle başını kaldırdığı Selçuk’a tekrar alkol ve yiyecek vermeye başladı. Ardı ardına alkol alan Selçuk, hafifçe başının dönmeye, içinin iyiden iyiye yanmaya başladığını ve kendini daha özgür hissetmeye ve yanındaki kadına içten gülmeye başladı ve parmağıyla başının döndüğünü belirtti.
Kadın, oynamak sırasının kendinde olduğunu gördü, tahta kaşıkları parmakları arasına aldı. Kadın, müziğin coşkulu ritmiyle hemen coşmaya ve hızla oynamaya başladı ve önce ayak topukları üzerinde döndü, müziğin sesine uyarak daha da coştu, kendi etrafında dönerken Selçuk’un önüne geldikçe Selçuk’a karşı eğilerek oyununu sürdürdü, aşırı olarak terlemeye başladı. Oyunu bitiren kadın, tekrar Selçuk’un yanına geldi, Selçuk’un kulağına eğilerek:
“Senin kaymağını alacağım, posan başkalarına kalacak,” dedi. Selçuk, hiçbir şey anlamadı.
Kadın adeta Selçuk’u alkole ve yiteceğe boğdu. Önceleri sağ yanağını öptüğü Selçuk’un sol yanağını öpmek için daha da yaklaştı. Selçuk’un sol tarafına yüzünü götürürken saniyenin belirli bir aralığında dudakları, Selçuk’un dudaklarına değdi ve sol yanağı öperken, Selçuk’un yüzüne terleri de damladı.
Selçuk, kadının dudaklarının dudaklarına değdiği an sanki bir alevle karşı karşıya kaldığı ve vücudunun bütün hücrelerinin yanmakta olduğu hissine kapıldı, vücudu bir yanardağ içine düşmüş gibi alev alev yanıyorum diye bağırmamak için kendini zor tuttu.
Kadın, Selçuk’un içine düştüğü durumu anladı. Ellerinin arasına Selçuk’un yüzünü aldı. Biraz rahatlayan Selçuk, kendini toparlamaya başladıysa da alkolün etkisi kendini göstermeye başladı. Başının ağırlaştığını, gözlerinin karardığını, oturduğu minderin dönmeye başladığını, duvarlarla birlikte kendisinin de dönmeye başladığını anladı.
Selçuk, kendini toparlayıp, oynamakta olan diğer kadını seyre daldığında, nerede olduğunu unuttu. Yanındaki kadının “Selçuk” “Selçuk” dediğini de duymaz bir duruma gelince, yanındaki kadın, etraftakilere:
“Bu kendinden geçti,” dedi.
Diğer kadınla zorlanarak Selçuk’u kaldırıp, omuzlarını Selçuk’un kolları arasına alıp, yavaş adımlarla yandaki odadaki yataklardan birine yatırdılar.
Selçuk’un yanındaki kadın:
“İyi geceler, yiğidim,” diyerek, Selçuk’un alnından öptü.
Kemal UYSALER
Ara, bul.
İncinsen de, incitme.
Kadınları okutunuz.
Eline, diline, beline sahip ol.
Her ne arasan, kendinde ara.
Arifler hem arıdır, hem arıtıcı.
Marifet ehlinin ilk makamı edeptir.
İnsanın cemali, sözünün güzelliğidir.
Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız.
Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.
İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu…
Nebiler, veliler insanlığa Tanrı’nın hediyesidir.
Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız.
Yukarıdaki altın sözlerin sahibi, büyük Türk düşünürü ve ozanı, gönül adamı Hacı Bektaş-ı Veli, XIII. yüzyılda yaşamış ulu bir Türk-İslam mutasavvıfıdır.
1209 yılında Horasan’ın Nişabur kentinde dünyaya gelip, Hacıbektaş ilçesinde 1271 yılında hakka yürümüştür.
Çocukluğu ve gençliği Horasan’da geçen, akılcılığa ve bilime inanan Hacı Bektaş-ı Veli örnek ve dürüst bir kişiliğe sahiptir.
İlk eğitim ve öğreniminde Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi kültür ocağında, öğretmeni Lokman Perende’den temel dersler almış, ayrıca burada felsefe, matematik, edebiyat, sosyal bilimler ve fen bilimlerini öğrenmiştir. Çok sayıda bilim adamının yetiştiği Horasan’da engin bir bilgi birikimine, geniş bir dünya görüşüne sahip olmuştur. Küçük yaşlardan başlayarak kendini etrafına kabul ettirerek Horasan erenleri arasında ululuğu öne çıkmıştır.
Hacı Bektaş-ı Veli, Ahmet Yesevi ocağından kendisine verilmek için özel olarak bekletilen emanetleri teslim alarak, önce İran, Irak, Arabistan ve Suriye’yi gezmiş buralarda gerekli araştırma ve incelemelerini yaparak hacı olmuş, Anadolu’ya bir Yesevi mensubu (derviş) olarak gelmiştir.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya gelişi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin üzerinde kara bulutların dolaştığı, siyasi, ekonomik ve kültürel düzeninin bozulmaya yüz tuttuğu, taht kavgalarının başladığı, bölünmelerin ve parçalanmaların meydana geldiği bir döneme rastlamıştır.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesi ve Anadolu Türklerinin dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalması, Orta Asya’da bulunan Türk Uluslarını büyük bir kedere boğmuştur.
Anadolu’da cereyan eden bu var olma savaşına bir çözüm yolu bulmak gerekliliği ortaya çıkmıştır. İşte Hacı Bektaş-ı Veli bu amaçla Anadolu’ya gönderilmiştir.
Hacı Bektaş-ı Veli, idealistlerden oluşan bir toplulukla Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu’ya adeta bir güneş gibi doğmuştur.
Hacı Bektaş-ı Veli’, Hacıbektaş ilçesine yerleşmiş, burada bir çalışma ortamını oluşturmuş ve Anadolu kültürünü, Anadolu insanının gelenek ve göreneklerini özümseyerek yeni bir kültür ve eğitim merkezini kurmuştur.
Burada düşüncesini ve felsefesini geliştirmiştir. Ayrıca Anadolu’yu dolaşarak çevresini tanımıştır. Araştırma ve incelemelerde bulunmuş ve gittiği her yeri aydınlatmaya ve fikirlerini anlatmaya çalışmıştır.
Bulunduğu bu yerde bir çekim merkezi oluşturmuştur. Görüş, düşünce ve felsefesi bütün bu merkezden Anadolu’ya hızla yayılmıştır. Bu görüş ve düşüncesi Anadolu genelinde Hacı Bektaş Felsefesi ve Tasavvufu, Bektaşi Tarikatı olarak adlandırılmıştır. Bu eğitim ve öğreti merkezinden yetişen öğrenciler(Dervişler) Anadolu’nun dört bir yanına dağılmışlardır.
Balkanlar’a, Arnavutluk’a Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Girit’e vb. ülkelere gidip oralarda Hacı Bektaş-ı Veli’nin düşünce ve felsefesini anlatmışlardır. XIII. Yüzyıl da Balkanlar’da ağır baskılardan yılan halkın önemli bir kısmının İslamiyet’i kabul etmesinde temel rol oynamışlardır. Fetihlerin kazanılmasında da kolaylaştırıcı unsur olmuşlardır.
Yeni ordunun kuruluşunda, temsili bir grup asker, Hacıbektaş’a gelerek Hacı Bektaş-ı Veli tarafından burada kılıç kuşatılıp taç giydirilip dualanmıştır. Ayrıca sancak teslim edilmiş ve bu orduya “Yeni Çeri” adı verilmiştir. Bu yüzden Hacı Bektaş-ı Veli’yi Pir olarak tanıyan Yeniçeriler, Bektaşi tarikatını benimseyerek nice fetihlere katılmışlardır.
Hacı Bektaş-ı Veli; Baba İlyas, Mevlâna, Ahi Evren ve Yunus Emre gibi Türk düşünce hayatını zamanımıza kadar etkileyen çağdaşları ile birlikte aynı devirde yaşamıştır.
15-18 Ağustos tarihleri arasında, Hacıbektaş ilçesinde, Hacı Bektaş-ı Veli için anma törenleri düzenlenmektedir.
Büyük insan, Büyük Veli, Hacı Bektaş-ı Veli’yi bir kez daha, saygıyla anıyorum.
Kemal UYSALER
ibrala.com
Sonbahar Ayları, uzun süren kış ayları için bir hazırlık ayları olur, Karaman’da…
Sonbaharla birlikte; güneş eğilmeye, ılımaya, gökyüzü kararmaya bulutlanmaya, yeşiller sararmaya başlar…
Mahallelerde, sokaklarda, çarşı ve pazarda gizliden gizliye bir hareketlilik görülür Sonbahar’da…
Bu hareketlilik, uzun süren kış ayları için yapılan hazırlıklardır…
Önceliği okul hazırlıkları alır. Eylül Ayı ile birlikte, kendilerini oyunlara veren çocuklar, okulları, öğretmenleri ve arkadaşları anlatılarak okullarına motive edilir. Anne ve babalarının ellerinden tutan çocuklarla, çarşı Pazar dolaşılır. Çanta, önlük, kitap, defter, yakalık, kravat, elbise, ayakkabı ve okul araç-gereci alınan çocuklar, sevinç içinde evlerine dönerler.
Çocukların ilk yaptıkları alınan kitap ve defterleri kaplamak ve üzerlerine etiketleri yapıştırmak olur. Oluşan sevinç, birkaç gün sonra oyundan kopmak ve okula gitmek kâbusuna dönüşür, çocuklarda.
Harman yerinden getirilen ya da Buğday Pazarı’ndan alınan buğdaylar, beyaz buğdaylar unluk; sarı buğdaylar ise, bulgurluk olarak önce yıkanılır. Büyük sergilerde kurutulur. İçindeki taşlar ayıklanarak, değirmenlere götürülür. Değirmenlerde öğütülen un ve bulgurlar, çuvallar içinde aşenelerdeki veya kilerdeki yerlerine konur.
Kış ayları uzun ve yaman geçer. Kar yağar. Buz ve donlar olur. Poyraz, oldukça sert eser. Isınmak için tonlarca kömür ve odun alınır. Odunluklar ve kömürlükler ağızlarına kadar doldurulur. Guzüne sobalar kurulur. Sobalarla birlikte sobaların üzerinde kestane ve sobaların içinde pişirilecek mercimekli kol böreklerinin hayalleri kurulmaya başlanılır.
Güneşin ısısı iyiden iyiye kaybolmadan etlik yapılır. Kesilen dana, inek veya koyun etinden kıyma, kuşbaşı ve kemikli kavurmalar yapılır. Etlerin bir bölümünden de sucuk ve çemene batırılan pastırma yapılır. İplere bağlanan sucuk ve pastırmalar, kurumaları için dış duvarlara çakılan çivilere asılır. Kavurmalar, sucuk ve pastırmalar, tel dolaplarına veya söğüt dallarından yapılmış selelerin altlarına konur.
İçleri boşaltılan patlıcan ve dolma biberler; sivri biberler, domatesler, taze fasulyeler, kabaklar, bamyalar iplere dizilerek, kurumaları için evlerin dış cephelerine asılırlar. Asma yaprakları salamura yapılır. Armut, elma, erik, kayısı, vişne, üzüm kurutulur. Pekmezler yapılır. Narlar toplanır. Arabalarla alınan kavunlar, saplarından bağlanarak, samanlıkların tavanındaki direklerde çakılı çivilere asılır.
Tarhanalar, salçalar, reçeller yapılır; turşular kurulur, naneler kurutulur. Beyaz peynirler salamura yapılarak tenekelere kalıplar halinde doldurulur; tulum peynirleri, deri tulumlara basılarak, buzhanelere konulur.
Uzun kış gecelerinde, arabaşılar ve pişmaniyelerin yanı sıra, yenilmek üzere; ceviz, iğde, mısır, cin mısır, nohut, kestane ve kuru incirler, belirlenen yerlerine ayrı ayrı konulur.
Gün boyunca, komşularla yapılan yardımlaşmalarla açılan ve tandırlardaki saclar üzerinde pişirilen yufkalar, evlerde hazırlanan yerlere üst üste konur.
Güzlük ekinler için topraklar işlenmeye başlanır. Karasaban ve pullukla işlenen toprağa bereketli olması dilekleriyle, tohumlar elle savrularak atılır. Bol yağmur ve kar yağması için dualar edilir. Toprak gübrelenir.
Pancarlar sökülür. Yapraklarından ayrılır. Satılmak için alım merkezlerine götürülür.
Samanlıklar samanla ve hayvan yemleriyle doldurulur.
Karaman’da hazırlıklar tamamlanmıştır. İnsanlar, uzun kış aylarında, kışın getireceği zorluklar aşacaklarına emindirler artık. Düşüncelerinde ve vicdanlarında, sadece hazırlıklarını yapamayanlar ve açıkta kalan kuşların kışı nasıl geçirecekleri yönündeki çaresizliklerinin yarattığı huzursuzluklar yer alır.
Kemal UYSALER
ibrala.com
11.02.2022
Bir kişiyi veya bir olayı anlayabilmek için: kişi ve olaya karşı ön yargısız olmak ve kişinin yaşadığı ve geliştiği dönem ve ortam ile olayların oluştuğu koşulları çok iyi bilmek gerekir. Bunlar olmadan kişi ve olayları anlamak mümkün olamaz. Olsa olsa kişi ve olayları yargılamak ve kör cahilliğimize mahkûm etmek olur. Zira ön yargı, insanın özgürleşmesini ve özgürce düşünüp karar vermesini engeller. Bilgisizlik ise insanı kör kılar.
Atatürk’ü: kendi gözüyle gören, kendi yüreğiyle seven, kendi beyniyle düşünen ve kendi algılama yeteneğiyle algılayabilen kişiler anlayabilirler.
Alman Şairi Göthe, “En mutlu kişi hayatının sonunu başıyla birleştirebilendir.” der. İşte bu kişi Atatürk’tür.
İnsanı yücelten ve büyük yapan, kendi çıkarları üstüne yükselip yurt için, millet için ve hatta bunlarda yetmez, insanlık için yaptıklarıdır. Bu üç yönlü çalışmadır ki, bir insanı ulusal sınırları içinde olduğu kadar, ulusal sınırları dışında da tarihe mal eder ve tarih onu bağrına bastıktan sonra hatırlanmasını ve anlaşılmasını emreder.
Atatürk, insanlığa mal olan eserleriyle her gün tüm insanların arasında bulunmakta, yüksek ülküleri ve ilkeleriyle yol gösterici olmakta, düşünce ve yüreklerde yaşamaktadır.
Atatürk:
34 yaşında, General,
39 yaşında, Meclis Başkanı,
40 yaşında, Başkomutan, Mareşal ve Gazi,
42 yaşında, Cumhurbaşkanı,
23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nı, çocuklara,
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nı, gençlere,
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı, halka,
30 Ağustos Zafer Bayramı’nı askerlere hediye eden “Devlet Adamı”.
Nutuk, Söylev ve Demeçler, Karlsbad Hatıraları, Hatıralar (Doğu Cephesi ile ilgili), Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal, Geometri, Cumalı Ordugâhı, Arıburnu Muharebeleri Raporu, Anafartalar Muhaberatına Ait Tarihçe, Medeni Bilgiler, Taktik ve Strateji, Tatbikat Gezileri, Takımın Eğitimi (Litzman’dan çeviri), Bölüğün eğitimi (Litzman’dan çeviri) “Eserlerin Yazarı”
Küçük yaşta babasını kaybeden, annesi ve kız kardeşiyle yaşam mücadelesi veren, Türk Toplumu’na “Çağdaşlaşma Vizyonu ve Cumhuriyet Projesi” sunan “Lider”
Tarih bilinmeden Atatürk anlaşılamaz.
Ortaçağ karanlığından aydınlığa geçiş, bir dizi gelişmeyle kendisini gösterdi. Hümanizma ile edebiyatta, Rönesans ile sanat ve mimaride devrimler yapıldı, Reform ile Katolik Kilisesi’nin etkinliği kırıldı, İncil, Latinceden ulusal dillere çevrildi. Coğrafya Keşifleri’yle Amerika Kıtası, Hindistan Deniz yolu bulundu, deniz yoluyla yeryüzündeki değişik coğrafyalara ulaşıldı ele geçirilen yörelerin yeraltı ve yer üstü kaynakları Avrupa’ya taşınarak, Avrupa, adeta altın ve gümüş deposu durumuna getirildi. Toprak imparatorluklarından sömürge imparatorluklarına geçildi ve potansiyel bir biçimde sermaye oluştu. Eğitim ve bilim, kilisenin tekelinden çıkarak özgürleşip “Bilim Devrimi” gerçekleştirildi. Bunu Aydınlanma dönemi takip etti. Buhar ve kol gücüne dayalı olarak “Sanayi Devrimi” gerçekleştirildi ve üretim, makineleşti, makine ile üretim yapan fabrikalar oluştu ve işçi sınıfı doğdu. Bu gelişmeler beraberinde, uluslaşma ve ulus devletlerin oluşmalarını ortaya çıkardı. İşçi sınıfı ideoloji, demokratik ve siyasal mücadeleler vererek yeni toplumsal yapıların oluşumunu sağladı ve demokrasi gelişti. Teknoloji: bilimi, sanatı, felsefeyi ve kültürü arkasına alarak, yaşamın her alanında kullanılmaya başlanmış ve hayatı kolaylaştırdı.
Batı:
Serveti ve zenginliği, dış sömürü ile elde etti, toplumun ihtiyaç duyduğu hukuk ve sosyal alandaki düzenlemeleri ise halkın mücadelesi sonucunda gerçekleştirdi.
Ekonomiye egemen olan burjuvalar, kralları ve aristokratları etkisiz bir duruma getirmeleri sonucunda “Ulus Devlet”ler oluştu, ulusçuluk akımları yaygınlaştı ve yükselen değer “Ulusçuluk” oldu.
Batı’da ortaya çıkan bu gelişmeler karşısında,
Sermaye ve teknoloji birikimi oluşmadı. “Bilim”ve “Sanayi” devrimleri gerçekleşmedi. Kol gücü, savaş ve tarımda kullanıldı. Tarım dışında üretim geleneği oluşmadı. El tezgâhları, üretim dışına itildi. Sanat gelişmedi. Ticaret, Batı karşısında geriledi.
Burjuva ve işçi sınıfları ortaya çıkmadı. Servet ve zenginliği, öşürü, mültezimlere ihale yaparak, iç sömürüye dayalı olarak gerçekleştirmeye yönelindi. Toplumun ihtiyaç duyduğu hukuk ve sosyal alandaki düzenlemeleri dış güçlerin baskısıyla gerçekleştirdi. Öz güvenini kaybetmeye başladı. Sürekli denge politikaları izleyerek varlığını sürdürmeye çalıştı. Doğu ve Batı anlayışları karşısında sıkışarak sürekli zikzaklar çizdi. Azınlıkların bağımsızlıklarını elde etmeleri karşısında, toplumda muhafazakârlık arttı.
1535 yılında, Fransa’ya tanınan ticari ayrıcalıklar, 1740 yılında kalıcı duruma getirildi. Toprakları, Batı’nın sömürge alanına girdi. 1838 yılında, İngiltere ile yapılan “Ticaret Antlaşması” ile adeta ekonomideki idam fermanını imzaladı. 1854 yılında, ilk kez İngiltere’den borç para aldı. Alınan paralar, sanayiye ve yatırıma yönelik kullanılmadı. Bu paralarla, saraylar yapıldı. Aldığı borç paraları ve faizlerini ödeyemez duruma gelince; borç veren devletler, alacaklarını tahsil etmek için devletin bazı gelirlerine, oluşturdukları Borçlar İdaresi (Duyun-Umumiye) aracılığıyla el koymaya başladılar. Kendi limanları arasında, kendi gemileriyle mal taşıyamaz ve ticaret yapamaz duruma geldi. Başkent İstanbul’da bile tüten bir baca görülmedi.
İçine düştüğü olumsuzluklar karşısında, çıkış yolları aranılmaya başlanıldı. II. Osman zamanında başlatılan yenileşme hareketleri: III. Selim, II. Mahmut ve II. Abdülhamit dönemlerinde yoğunlaşmış ise de olumlu sonuçlar alınamadı. Zira yenileşme, savunmaya dayalı statükoyu koruma mantığıyla gerçekleştirilmeye çalışıldı. Eğitim, medreselerde ve ağırlıklı olarak din merkezli yapıldığından bilim ve teknoloji gelişmedi. Devletin, teokratik bir yapıda görünmesi nedeniyle, egemenlik kaynağı halka dayandırılamadı ve laiklik oluşmadı. Çok uluslu bir imparatorluk olması nedeniyle, Türk ulusçuluğu oluşmadı.
Sonuçta: Fabrika adını alan üretim araçları kurulamadı. Köylülerin, mültezimlerin baskısından topraklarını terk etmeleri sonucunda tarımsal faaliyetler geriledi. Maliye, Duyun-u Umumiye’nin ellerine bırakıldı. Ordu, Alman generallerinin yeteneğine bağlandı. Eğitim, yabancı ve azınlık okulları, çağdaş eğitim veren okullar ve medreseler girdabında sahipsizleşti.
Bulunduğu bu koşullar altında, 1914 yılında, emperyalistlerin boğuşma arenası olan I. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti için bu savaş, bir intihar eylemi, Mondros Ateşkes Antlaşması ise yazılı ölüm raporu oldu.
Osmanlıcılık: Bu görüşü savunanlar, devletin sınırları içinde yaşayan fertler arasında dil, ırk ve din bakımından hiçbir ayrım gözetmeksizin, hepsinin aynı hak ve yetkilere sahip olduğunu kabulle, Osmanlı toplumu içinde tam bir kaynaşma ve dayanışmanın sağlanacağı görüşündedirler.
İslamcılık: Ülkede İslamiyet’e ve dünyanın bu yerindeki Müslümanlara önem veren bütün Müslümanlar arasında bir birliğin gerçekleşmesini mümkün kılmaya çalışan ve devletin sosyal bağlarını din birliğinde arayan bir akımdır.
Türkçülük: Türkçülük akımı, devletin kurtuluş ve yükselme çaresini, ulusal bilince ulaşmış olan Türk unsurunun bir ulus halinde oluşmasında ve ulusal varlığı kavramasında aramıştır.
Batıcılık: Batıcılık akımı, temelleri Batı’nın sosyal, siyasal ve felsefi görüşlerinde aranması gereken bir devlet anlayışını ifade etmektedir. Bu görüş, devletin ancak batılılaşmak suretiyle kurtulabileceğini ve bunun için de değişik alanlarda önemli devrimlerin yapılması gerektiğini savunmuştur.
Atatürk: Fransız yazarlarından Jan JakRuso, Monteskiyö, Volter ve Didero’dan ve Fransız Devrimi’nden: cumhuriyet, laiklik ve devrimcilik konularında, Namık Kemal’den: vatan kavramında (Namık Kemal’in vatan anlayışında, milliyet bilinci yeterince oluşmadığından, Türkiye değil, Müslüman ülkeleri ve İmparatorluktu. “Git vatan Kâbe’de siyaha bürün”, diyen Namık Kemal’in vatan anlayışı Kâbe’yi de kaplıyordu. Atatürk’ün vatan anlayışı, Misak-ı Milli sınırlarıdır.), Ziya Gökalp’den: milliyetçilik kavramında etkilenmiş, devrimci ruhu, Tevfik Fikret’ten almıştır.
Atatürk, Türk halkının öz güvenini, yaşama ve üretme yeteneğini görerek “Kurtuluş Savaşı”nı başlattı. Kurtuluş Savaşı: “Türk toplumunun bir çağdaşlaşma projesi, bir geleceğin kurulması, bir vizyonudur.” Atatürk, bu projeyi 19 Mayıs 1919’da meşruiyet zemininde başlattı, geleceği kuracak olan kaynağı, halk olarak gördü, geleceğin hukuksal ve sosyal yapısını laiklik ekseninde belirledi. Bu nedenle, projenin hedefi; sadece emperyalist işgalden değil, kişi tahakkümünden ve çağdışı kurumlarda da kurtularak, çağdaş uygarlık düzeyini yakalayıp onu aşmaktır. Bu nedenle, 19 Mayıs 1919’da başlatılan bu proje sürmektedir ve süreklidir.
Çağdaş uygarlıktan anladığımız, sadece Batı Uygarlığı değildir. Günümüzde Batı’da yaşanıldığı algılanan çağdaş uygarlık, tarihin başka bir kesitinde, farklı bölgelerde de kendisini göstermiştir ve gelecekte de gösterebilir. Yani Kuzey Uygarlığı, Doğu Uygarlığı, Güney Uygarlığı gibi… Bu nedenle Kurtuluş Savaşı’nı sadece emperyalizme karşı verilmiş sıcak savaş dönemi olarak değil, bir bütün olarak, sürekli bir çağdaşlaşma hareketi olarak görmek gerekir.
Çağdaşlaşmanın itici gücü, “Sürekli Devrim”dir. Bu nedenle Atatürk’ün devrim anlayışı, statik ve durağan ya da yapılıp bitmiş değil, her dönem için gereklidir, süreklidir.
Atatürk’ün, yayınladığı Amasya Genelgesi’nde, “Milletin geleceğini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” demesi, Erzurum ve Sivas’ta kongreler düzenlemesini ve TBMM’ ni kurmasını, halka dayalı olarak yapması, icraatlarının meşruiyetini göstermektedir.
Kurtuluş Savaşı süresince, iletişime önem vermiş ve telgrafı bir iletişim aracı olarak kullandı.
İşgaller karşısında oluşturulan ve Kuvay-ı Milliye adını alan silahlı direniş güçlerini Sivas Kongresi’nde “ Batı Cephesi Genel Kuvay-ı Milliye Komutanlığı” adı altında, kuruldukları yörelerin savunulmasını amaçlayan Müdafaa-i Hukuk Dernekleri’ni yine Sivas Kongresi’nde “ Temsil Heyeti” adı altında birleştirme yönüne gitti. Osmanlı’ya baş kaldırarak dağlara çıkan efeleri, tarikat şeyhlerini, aşiret reislerini etnik kökenine, dinsel anlayışına ve siyasal anlayışlarına bakmaksızın ve ötekiler yaratmadan, bütün ulusal güçleri, emperyalizme karşı, Türk tarihinde ilk kez Türk adının geçtiği TBMM’sinde birleştirerek, ulusal birliği sağladı.
Atatürk’ün, vatan savunması yönünde vermiş olduğu mücadele, mazlum uluslara model olmuş, haklı olarak yabancı devletlerin sevgi, saygı, sempatisini ve takdirlerini kazandı, ayrıca aynı ortak tehlike karşısında bulunulması nedeniyle de, sıcak savaş süresince Sovyetler Birliği, Afganistan, Hindistan, İtalya ve (Ankara Antlaşması sonrasında) Fransa, maddi ve silah ve cephane yardımlarında bulundular.
Atatürk’ün işgaller karşısında uyguladığı savaş stratejileri ve taktikleri sonucunda elde ettiği zaferler, ülkede büyük bir enerji yarattı ve bu enerji, yapılan devrimlerin itici gücü oldu.
Bağımsız bir vatan ve özgür bir ulus yaratıldı ve ulusun çağdaşlaşması sürecine girildi. Bu aşamada, devletin yönetim şekli ve çağdaş bir toplum yaratılmasının nasıl olacağı sorusu gündeme gelmiştir. Bu aşamada, Atatürk’ün bazı silah arkadaşları, düşünce alanında, Atatürk’ten ayrılmaya başlamışlardır.
Atatürk’ün otoriter ve jakoben bir uygulamaya girebileceği kaygısını taşıyan bazı kesimler, cumhuriyet yönetimine ve cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı çıktılar. Bu kesimler, yönetimin “ Meclis Hükümetleri” (Meclis Hükümetleri, kabine şeklinde değil de: Meclis Başkanı’nın Hükümet Başkanı, Bakanların ayrı ayrı seçilerek Bakanlığa getirildikleri bir sistemdir.) şeklinde olmasını savunuyorlardı. Bu kesimler aynı zamanda toplumsal dönüşümün devrimci bir yöntem yerine evrimci (Tekâmülcü) bir yöntemle gerçekleştirilmesini istiyorlardı. Bu kesimlerden başka, ayrıca gerici bir muhafazakârlığı temsil edenler de vardı. Bunlara göre mevcut kurumlar sağlıklıdırlar. Yapılacak olan, sadece dini emirlerin gereği gibi uygulanmasıdır. Hatta Kur’an hükümleri dışında bir hukuka ve kanun uygulamasına gerek olmadığı görüşünü ileri sürüyorlardı.
Sıcak savaş sonrası içinde bulunulan noktada, Türk Ulusu’nu çağdaş uygarlık seviyesine taşıyacak olan evrim mi, devrim mi?
Bir imparatorluğu yıkmak, yerine yeni bir devlet kurmak. Toplumu, ümmetçi anlayıştan ulus bilincine ulaştırmak ve çağdaş bir yaşam tarzına kavuşturmak, Batı ile yüzleşmek. Bunlar için elbette otorite gerekir.
Devrimlerin yapılması ve korunması, halkın bu devrimleri anlaması, kabullenip içselleştirmesi ve yeni bir hukuk kurallarına uyumlu yeni bir yaşam tarzının uygulanabilmesi, ancak bir otorite altında gerçekleşebilir.
1912–1923 yılları arasında: Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı süresince, çok sayıda Anadolu insanı hayatını kaybetmiş, toplumun aydın ve genç kesimleri yok olmuş, Anadolu toprakları harap bir duruma gelmiş, tarım ve hayvancılık çökmüş, ekonomisi çıkmaza girmiş bir ortamda, çağdaşlaşmanın tek aracı devrim olarak görüldü. Zira Osmanlıda kalan çürümeye yüz tutmuş kurumlar, toplumu Kurtuluş Savaşı verme noktasına getirmişse, bu kurumlarla artık yaşanılamaz ve değiştirilmeleri gerekir. Bu da devrimle mümkündür. Evrim, sonucu çok geç görülecek bir gelişimdir. Kaybedecek zaman yok. Dünya, hızla gelişiyor ve değişiyor. Bu nedenle: hukuk, eğitim, sosyal yaşamın düzenlenmesi ve toplumsal dönüşüm, ulusçuluk, bilim ve laiklik ekseninde yapılan devrimlerle gerçekleştirildi.
İmparatorluktan; Üniter bir Ulus devlete,
Ümmetten; Ulusa,
Medrese eğitiminden; Laik ve çağdaş eğitime,
Teokrasiden; Laik bir devlet yapısına,
Halifelikten; Cumhurbaşkanlığına,
Monarşiden; Cumhuriyete,
Osmanlılıktan; Türklüğe,
Kulluktan; Vatandaşlığa,
Gericik ve tutuculuktan; Çağdaşlığa,
Hurafecilik ve kadercilikten; Bilimselliğe…
Atatürk, en büyük eserim dediği cumhuriyeti, çağdaşlaşmayı, hukuk ve sosyal düzenlemeleri, herhangi bir kuruluşa girmek için değil, Türk halkının hak etmiş olması ve ihtiyaç duyulması nedeniyle gerçekleştirdi.
Atatürk’ün önemli bir özelliği de çok iyi bir “Zamanlayıcı” olmasıdır. Çağın en iyi yönetim şekli olan cumhuriyet yönetiminin kurulacağına yönelik idealini, görüş ve düşüncelerini, sıcak savaş döneminde hiç öne çıkarmadı. Ayrıca, Çanakkale-İzmit hattını ve İstanbul’u savaş yapmadan, İngiliz işgal kuvvetlerinden arındırdı. Yine savaş yapmadan Doğu Trakya’yı ve Hatay’ı Misak-Milli sınırları içine aldı. Lozan Görüşmeleri sırasında, İzmir’de bir İktisat Kongresi yaparak, Batı’ya yeni devletin iktisadi politikasının liberalizm temelleri üzerinde inşa edileceği mesajı verdi, kapitülasyonların kaldırılmasını sağladı.
Atatürk, Misak-ı Milli sınırları içersinde gerçekleştirdiği devrimlerle çağdaş bir toplum yapılandırırken, dış siyasetteki gelişmeleri de izleyerek, konjonktürü çok iyi değerlendirip gerekli önlemleri alma yoluna gitti.
Nazi Almanya’nın ve faşist İtalya’nın, saldırgan politikalar izlemeleri karşısında; Yunanistan ile nüfus mübadelesini gerçekleştirip, Türk-Yunan dostluğunu kurdu. Bu dostluk temelinde, Balkanların güvenliğinin sağlanılması amacıyla Balkan Antantı yapıldı. Montrö Antlaşması’nı yaparak, Boğazlar üzerindeki egemenliğimizi perçinleştirdi. Lozan Antlaşması kararı gereği özel bir yönetime tabi olan Hatay’ı, Misak- Milli sırlarımız içine kattı.
“Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk, çok konuşup ne söylediğini unutan değil; yaptığını söyleyen ve söylediğini yapan ve çağdaş bir ulus yaratan bir liderdir.
Atatürk, Batı ve Ortadoğu’nun kültürel ve siyasi baskısı altında olan toplumu, bu çevreleri kendi silahlarıyla vurdu ve silahlarını ellerinden alarak, kurtardı.
Ortadoğu’nun İslam Dini’nin anlaşılmaması için sürekli olarak dinin, Arapça olarak aktarılması karşısında Atatürk:
Topluma dinsel alanda hizmet vermesi için Diyanet İşleri Başkanlığını kurdu.
Kur’an’ın Türkçe Mealini yaptırdı. Böylece toplum olarak Kur’an’daki bütün öğütleri öğrenme ve Kur’an’a uyarak, ibadetlerini gerçekleştirmelerini sağladı.
Cuma Namazlarında okunulan Hutbe’nin Türkçe olarak okunulmasını sağladı.
Hadisleri Türkçeye çevirtti.
Kur’an Kurslarını açtı.
İlahiyat Enstitülerini açtı.
Arap alfabesi yerine Yeni Türk Harflerini kabul etti.
Batı’nın silahları olan akılcılık (rasyonalizm) ve bilimi temel aldı. Böylece Batı’yı kendi silahlarıyla vurdu. Bunlar:
İnsan Hakları, laiklik ilkesi, ulusçuluk, demokrasi, vatandaşlık bilinci, yurt sevgisi, ekonomi vb. değerlerdir.
Lozan Antlaşması, Atatürk’ün Batı ile yaptığı hesaplaşmanın siyasi bir belgesidir.
Kemal UYSALER
ibrala.com
09.02.2022
1950-60’lı yıllarda yaşayanlar hatırlayacaklardır.
Anneler, babalar ve komşular, duymak istemedikleri ve toplumca hoş karşılanmayan sözlerin çocuklar tarafından söylenilmesi karşısında:
“Dilini eşek arısı soksun.”
“Ağzın kirlendi.”
“Dilini koparırım.”
Gibi sözleri, çocukları korkutmak için değil, eğitmek için söylerlerdi.
Dil koparma sözcüğü, nedendir bilmiyorum ama bana Almanya’yı ve Almanya’nın bazı kişilerini ve de yöneticilerini hatırlatır.
Bunlardan: Fransa’dan daha güçlü olduklarını ileri sürmek için Becker, “Almanya her şeyin üzerindedir” der. (1)
Bu dil I.Dünya Savaşı’nın oluşmasına mı neden oldu acaba? Ya da Hitler, “Almanlar üstün ırktır” söylemi sonrasında Polonya’nın işgaliyle II.Dünya Savaşı’nın başlamasına neden oldu. I. ve II. Dünya Savaşları nedeniyle milyonlarca insan yaşamından oldu.
II. Dünya savaşı sonrasında Almanya’nın yeniden kalkınmasının görüşülmesi nedeniyle Almanya’da düzenlenen toplantıya Türkiye adına Büyük İnsan Atatürk’ün hukuk alanında yetiştirdiği bilim insanı Hıfzı Veldet Dedeoğlu katılır.
Bu toplantıyı hatıralarında anlatan Dedeoğlu şöyle aktarır.
Çok sayıda ülkelerden gelen kişilerin katılımı ile toplantı başladı.
Birinci günde: Almanya’daki savaş nedeniyle hasar gören opera binalarının tamiri…
İkinci günde: Tiyatra binalarını tamiri…
Üçüncü günde: Sinama binalarının tamiri…
Dördüncü günde: Spor alanlarının tamiri üzerinde konuşmaların yapılması, Dedeoğlu’nun merakına neden olur. Aynı otelde kaldıkları Almanların bulunduğu yere gelerek:
“Ben toplantıların Almanya’nın demir-çelik fabrikalarının; otomobil fabrikalarının; tekstil fabrikaları ile diğer üretim alanlarının nasıl toparlanacağının tartışılacağının yapılacağını düşünüyordum. Ancak bunları duymadım” demesi karşısında toplantı başkanı:
“Bizim az da olsa sermeyemiz var. Bilgi, bilim ve teknoloji altyapımız da var. Bizim ihtiyaç duyduklarımız bunlar değil” demesi karşısında hayretini gizleyemeyen Dedeoğluna başkan:
“Bizim bunları harekete geçirebilmek için motive olmuş insan gücüne ihtiyacımız var.” der.
Ülkemizde, hangi diller kullanılarak ve de hangi sanat alanlarında gelişmeler sağlanılarak yarınlar için halkımız motive ediliyor dersiniz?
Kemal UYSALER
ibrala.com
30.01.2022-İZMİR