07 Şubat 2020 Cuma
Düğün ve evlenmeler
Köyde evlenme için düğünler harmandan sonra başlar, bahar aylarına kadar, yani kış aylarında yapılırdı. Gençler çok erken yaşta evlendirilirdi. Bilhassa kız çocukları, ilkokulu bitirir bitirmez, okumayanlar da yine o yaşlarda evlendirilirdi ki, galiba o yıllarda tek geçim kaynağı çiftçiliğe, insan gücü yetiştirme gayesi düşünülürdü. Evlenmesi geciken kızlara da KALGIN denildiğini, kadınlar arasındaki dedikodular ve kavgalarda çok duymuşumdur.
Köyde evlenmeler çoğu kez görücü usulü ile yapılırsa da, bu o yıllardaki örf ve adetlere sadece uyulması içindi. Esasta ise; gençler kendi arasında ya bir arkadaş, ya anneler arasında konuşularak, çoğu kez de, biz akran arkadaşlar kızları paylaşır, bu paylaşım kızlara kadar ulaştırılırken, kızların da, aynı yolla seçimleri bizlere kadar ulaşırdı
Ancak iş ciddiye geldiğinde, çoğu kez bu seçim büyükler marifeti ile bozulur, Allahın yazgısı sayılarak, başka başka kişilerle evlenilirdi. Küçüklüğümde komşu bahçedeki kızların birer ağaca çıkıp “Cevizin yaprağı dal arasında. Severler güzeli bağ arasında” şarkısını çok dinlemişimdir ki, bence buralarda kim bilir kaç kız ve erkek tanışıp evlenmiş, veya aşk yaşamışlardır.
Çok eski düğünleri de şöyle hatırlarım. Hafta başında başlayan düğünler, en son Perşembe gününe kadar devam ederdi. O güne kadar çokça kız evinde hanımlar kendi aralarında eğlenirken, oğlan evinde de, gençler kendi aralarında eğlenir, ihtiyarlar ise düğün sahibinin adına “mübarek odası” denilen yere gelip; ‘hayırlı, uğurlu olsun’ der, kendilerine oradaki görevli tarafından mangal veya ocakta kaynatılan kahve ve yanında bir de sigara ikram edilirdi.
Düğün boyunca; oğlan evinde yapılacak yemeklerin pişirilmesi, gelen misafirlerin üşümemesi için soba ve ocaklarda yakılmak üzere gerekli odunlar, birkaç gencin, çok erken saatlerde, köyde daha uyanmayanların kapılarını da çala çala önlerine kattıkları merkeplerle Kalıf, Enece, Meğil gibi dağ tarafındaki, mevki ormanlarından odun kesmeye giderler, buna da “düğün odunu” denirdi.
Nihayet Perşembe günü kuşluk vakti kaleden tellalın çağırdığı köy halkı, oğlan evinde düğün yemeğini yerlerdi. Bu arada damat da, umumiyetle bir damda yine şenliklerle, kalabalık bir topluluğun arasında ‘güveyi tıraşı’ olurken, berber aniden tıraşı durdurur “Ustura kesmiyor!” der, bahşişini aldıktan sonra, tıraşı bitirirdi. Öğle namazından sonra da, büyükçe bir kalabalıkla, gelini almak için, kız evine gidilirdi.
Kız; anne, baba, kardeş ve yakınları ile vedalaşırken, çok duygusal anlar yaşanır, çoğu kez ağlanırdı. Mesut olması için dualar edilirdi. .Bu arada; gelinin yatak, yorgan, yastık gibi eşyaları, o yıllar develere yüklenir, bunların üstüne; yeni evine götürüp sereceği, halı, kilim atılırken, kız tarafından bir genç, bir yastığı kaptığı gibi koşarak damadın evine gelir, yastığı damadın sırtına vurarak, bahşişini alırdı.
Artık kız evindeki işler bitmiş, gelin yakınları tarafından ata bindirilmiş, başındaki süslü fesinde; pul pul parlayan pullar, boynunda altınları takılı, başı örtülü, ancak yüzünde şeffaf bir perde, düğün alayının önünde yürüyüşe geçtiğinde, onun hemen arkasında, başlarında tepsiler içinde, gelinin kırılacak eşyaları, “yenge” tabir olunan kadınlar tarafından taşınırdı.
Düğün alayı o yıllarda köyün tellalı da olan, pos bıyıklı, cüsseli, kırarmış saç/sakalı ile pehlivan yapılı Koca Kurtoğlu Dayı ve omzunda, boyuna uygun kocaman bir davulu, tokmağı ile dövmeye başlar, buna yanında şimdi adını hatırlayamadığım gırnatacı ile, sanırım yakın tarihimizde geçen savaşlara çağrı gibi olan ve çok söylenen “Hay gaziler..Yol göründü aman aman” marşını veya türküsünü çalarken, Çocuk olduğum halde, beni bile etkilerdi. Bu arada sırtlarında ve önlerinde hayvan postuna bürünmüş yüzleri ve dizkapaklarına kadar açık yerleri, siyah bir madde sürüldüğünden, biz çocukların korktuğu, “Araplar” da alaya ayrıca bir renk katarlardı.
Nihayetinde; damadın evine varıldığında, gelin attan inmek istemediği için, kayınpeder veya kayınvalide araya girerek, geline bir armağan vaat edildikten sonra, attan inmeye razı olurdu. Bu arada damat da damdan, içinde madeni para ve su olan bir testiyi, aşağıda münasip bir yere attığından, testi kırılır, biz çocuklar da, yerlere saçılan paraları kapışırdık.
Bildiğim kadarı ile, o yıllarda koca evine gelen gelinler, kırkı çıkana kadar dışarıya çıkmaz veya çıkarılmazdı. Anam hemen komşuya gelin giden bir kız kardeşimi, 40 gün hiç göremediğini söylerken, hüzünlenir ağlardı. Yine o yılların adetlerine göre; yeni gelin bir hafta boyunca kayınvalide veya kayınpederine, normal sesi ile değil, fısıldayarak konuşurdu. .
Son yıllarda mahallenin gençleri; kız evinin önüne masa düzerler, masanın üzerine konulmuş sigara, kolonya gibi eşyaların üzerine, şişirilmiş fiyat listesi konur, oğlanın babası veya bir yakını, oradakilerle bir pazarlığa tutuşup, bedelini ödedikten sonra, gelin evden alınırdı..
O yıllarda köydeki yaşam:
Kendi ailemden bildiğim gibi, hemen yanımızdaki komşular, mahallemiz ve bütün köy halkının tamamında; aileler ufacık da olsa bir avlusu, bu avlu içinde, çoğu kez altı ahır veya samanlığı, üstünde ise, küçük bir aralığı da olan, tek odalı evlerde, çoluk, çocuk birlikte yaşar, yemekleri ayni yerde yer ve yine orada uyurlardı.
Muhakkak ki; o kocaman köyde, benim bu tarifime uymayan, çocuklarını bir başka odada yatıran aileler de vardır. Ancak o yılları yaşayan biri olarak; gerek ailemde ve gerekse komşu ve mahallemde zengince olan aileler de dahil, bilhassa kış aylarında, bu imkanı yaratan veya tatbik eden bir aileyi, asla göremedim..
Yani o yıllar delikanlılığa erişse bile, bir kız veya oğlanın kendisine ait bir odası olmadığından, evleninceye kadar, o tek gözlü odada, baba, ana ve kardeşleri ile birlikte yaşamak ve uyumak mecburiyetinde kalınırdı.
Yaz aylarında insanlar daha rahattır. Hiç olmazsa bütün bir kış boyu, içinde yaşadıkları o tek odalı evlerden başka, döllük veya yaylalara çıkıldığı gibi, çokça da, o yıllar tamamı toprak olan damlarda yatılırdı.
Evimiz küçük bir avlu içinde, altta ahır ve samanlığı, bize yetecek kadar bir de örtmesi olup, bu örtme tabir olunan yerde; anamın kendi eli ile yaptığı tandırda ekmeğimizi, ocağında da yemeğimizi yaparken, akşamları da, ahşap basamakla çıkılan tek odalı evimizin önündeki tahtalıda yatardık. Bazı yılların yaz aylarında ise; Değirmen önündeki bahçemize göçer, oradaki tek odalı damda yatardık ki, buralarda gözlerden de ırak olduğumuzdan, fakirliğin verdiği mahkûmiyet ve ezikliği, fazla hissetmezdik.
Köydeki evimizin önündeki tahtalıda yattığım yıllarda; sabah erkenden, hemen yakınımızdaki Kilise Camisinin ahşap ezenliğinden, Müezzin Topal Osman Emminin “Tanrı uludur, Tanrı uludur” sesi ile uyansam da, ortalık henüz ısınmadığından, yataktan çıkamaz, yorganın içine iyice yerleşerek, güneş çıkıncaya kadar, orada kalırdım..
Bu arada; evimizin hemen önünden geçen yolda, ineğini sağdıktan sonra, cami önünde birikmekte olan sürüye yetiştirmek için, “hoh” “hoh” diyerek önündeki ineği kovalayan kadınlarımızın sesini duyar, o serinlikte, başımın üzerinde sürüler halinde uçan kırlangıçları görürdüm.
Tam o saatlerde; her yıl baharda gelip, ark başında Uçanlar diye adlandırılan ailenin bahçesindeki kavak ağacında yuva yapan leyleklerin, boyunlarını çevire çevire “lak” “lak” seslerini duyarken, yine arkın başında Ulu Meşe (Pelit) ağacının doruğundaki, kartal yuvalarından, taa evimize kadar gelen, çığlık çığlığa olan seslerini, duyardım.
Çok iyi biliyorum ki; yine o yıllar sabahları evlerdeki kahvaltı; çayla, peynirle değil, ev hanımının erkenden kalkıp, kış ise; sobada veya mangalda, yaz ise; avlusundaki kendi eli ile yapmış olduğu ocaklarda, odundan yaktığı ateşte, adına “sulu pilav” tabir olunan, çorba ile yapılırdı.
Ahşap veya altına elek eskisi konmuş bakır sininin etrafına diz çökerek oturan ev halkı, sininin üzerindeki kalaylı tastaki sıcak çorbaya, tahta kaşıkla uzanır, alır ve içilirdi. Durumu iyi olanların sonbaharda yaptıkları etlikten kalan ciğer kavurması varsa, çorba çok daha nefis olurdu.
Öğleyin pek bir yemek yenmezse de, yine de ufak tefek bir şeyler atıştırırken, akşamları daha çeşitli, kuru fasulye, nohut, mercimek veya yazın kurutulmuş kurulardan biri pişililerdi. Yinede akşamları yemeklerin başı pilav ve yanında kayısı veya erik kurusu hoşafı olurdu. Düğün ve mevlitlerde ise; diğer yemekler yanında, üzeri etli pilavları mutlaka yerdik..
Çok eski yıllardan beri köyümüzün en güzel geleneklerinden biri de; düğün ve bayramlarda birlikte gülüp, acı günlerimizde de, acıyı paylaşma adetlerimizdir ki, şu anda torunlarımız köyü terk etmiş olsalar da, bunu şimdiki yaşadıkları Karaman’da aynen sürdürürken, son günlerde Konya’da ikamet eden Yeşildereli’leri de, bir dernek altında toplama girişimlerini büyük bir ümit ve sevinçle takip ediyor ve bekliyorum. İnşallah o da olacak ve yine acımızı ve sevincimizi buralarda da, paylaşarak garip kalmayacağız.
Bizim zamanımızda baba ve analarımızın yanında çocuklarımızı bile sevme lüksümüz yoktu. O günlerden kalan bir alışkanlıkla, ben hala çocuklarıma ‘oğlum’, ‘kızım’ diyemediğim gibi, sevgi duygularımı, en yakınıma bile uzun yıllar açamamışımdır.
O yıllar söylenen bir deyimde “Yar yatakta, çocuk kucakta” derlerdi. Ama yetiştiğimiz ortam buna asla müsaade etmemiştir Erkek kardeşlerimden biri; Yukarıderedeki bahçemize giderken, küçücük çocuğunu kucağına aldığında, bunu gören babamın “ver, ver onu anasına!” dediğini acı acı anlatır..
Yeni nesil kardeşim. Yukarıda saydığım yaşam tarzı, o yılların bir çocuğu olarak yalnız benim değil, köydeki bütün çocukların ve köy halkının bizzat yaşadığı, yaşama şeklinin ta kendisiydi. Siz o yıllarda ayni odada yatan çocuklarının içinde, bir karı koca ilişkisinin, ne dereceye kadar sağlıklı olabileceğini, hiç düşündünüz mü?
Ya analarımız. Ev halkının tümü uyurken, mecburiyetten yıkanılması sırasında oradakilere hissettirmeden çekine çekine kalkıp, yalnız odunla ısıtabildiği suda, yıkanırken hissettiklerini,
Şunu da hiç aklınızdan çıkarmayın ki, bu durum onların da hiç bir şekilde asla istediği bir yaşam tarzı değil, mecburiyetten, katlanmak zorunda kaldıkları bir yaşam tarzıydı. Çünkü yoktu ve çaresizdi. Üst üste girdiğimiz savaşlar, bu savaşlarda kaybedilen insanlarımız, ekilemeyen arazilerimiz, Osmanlıdan kaldığından ödemek mecburiyetinde olduğumuz ağır borçla birlikte, hiçbir makine gücü olmayan, çeşitli hastalıkların salgın halde olduğu çok fakir, okuması yazması bile olmayan bir halk topluluğu. Buna bir de, o yıllardaki gelenek ve göreneklerimizin eklendiğini düşündüğümüzde, o günkü atalarımızı neyle suçlayabiliriz ki.
Onlar bizim için çok büyük ve ağır bedeller ödeyerek ömürlerini tamamlayıp, bu dünyadan göçüp gittiler. Bugün çoğumuz, içerisinde yaşam için gerekli bütün araç ve gereçlerinin olduğu, çok odalı ve kaloriferli evlerde yaşıyorsak eğer, bunun çoğunu onlara borçluyuz. Onların şu andaki tek istekleri ise, dua ve anılmaktır.
Devam ediyor
Tevfik Demir
Konya da ki Yeşildereli