07 Şubat 2020 Cuma
Yukarı ve Aşağı dere :
Çocukluğumda köyün tüm meyve ve sebzeleri; köye çok yakın olan Yukarıdere, Aşağıdere, Bağaltı ve henüz bahçe şekline dönüştürülmemiş olan Karşıyaka’daki sulanan tarlalarda yetiştirilirdi.
Bilhassa Yukarıderede’ki bahçeler, Aşağıdere’ye göre, daha çok olduğundan, ilkbahar aylarından başlayarak, son güz aylarına kadar, her zaman kalabalık ve şenlikliydi. Burada bir de, o yıllarda suyla dönen, Kocaağalara ait, adına Yukarıdeğirmen denilen değirmen vardı ki, bilhassa güz aylarında; köyün, yakın köylerin, un ve bulgurlarını öğütürken, çok kalabalık ve hatta panayır yerine dönerdi.
Çocukluğunu Yukarıdere’de geçiren biri olarak biliyorum ki, ufacıkta olsa, bu bahçelere çok önem verilir ve fazla verim almak için, taa kış aylarından itibaren, o yıllardaki tek gübre çeşidi, hayvan gübresi (çiftlik gübresi) ile bol bol gübrelenirdi.
Hemen hemen bahçelerin tümünde, kocaman ulu ceviz ağaçları bulunurdu. Çoğu kez köyden çıkıştan itibaren, taa ‘İbili’ denilen yere kadar, bu ceviz ağaçlarının gölgesinde yürünürdü. Bilhassa bahar aylarında, ana/baba kokusu da denilen, yenice açılan bu ceviz ağaçlarının yapraklarının kokusunu, yol boyu burnunuzda hissederken, sol tarafınızda Aşağıdeğirmen argının, hafiften kulağınıza gelen şırıltısını duyar, nerede olduklarını asla göremediğiniz, çalı bülbüllerinin ve diğer ötücü kuşların, kulağa hoş gelen sesini duyardınız.
Sağınızda ki bahçelerde çiçeğini erkenden açan ayva, erik, vişne ve kaysı gibi ağaçların bembeyaz çiçekleri ruhunuzu okşar, uzunca süren kış aylarının, ruhunuza çöken bütün olumsuzluklarını, üstünüzden atar, ferahlanırdınız.
Bahçeler o yıllardaki adetlere göre, öküz çifti ile aktarılır, ikilenir, sonra da, ekilecek sebze çeşidine göre, iki kişinin kullandığı “dartma” ile, karıklar yapılır ve ilk tohumlardan, fasulye ve buna benzer tohumlar ekilir, çarşıdan alınmış olan soğan ıskaları, özel olarak düzeltilen, yerlerine dikilirdi.
Karşıyaka’daki tarlalar daha geniş olduğundan, buraların kıraç yerlerine; arpa, buğday, sulu olan yerlere de; çokça mısır, haşhaş ve sebze ekilirdi. Karşıyaka denilen buralar, bahçe şekline henüz dönüşmedikleri için, meyve ağaçları da yok gibiydi.
İşte o yıllarda; henüz ulaşım zorluklarından, Denircik, Kayaönü ve Ova gibi arazisi daha geniş olan mevkilere gidilemediğinden, köyün hem meyve hem de sebze ihtiyaçları, yukarıda saydığım, köye yakın mevkilerden karşılanıyordu.
O yıllar; son zamanlarda çıkan elma çeşidinden Amasya, Golden ve Starking denilen elma çeşitleri bilinmez, bunların yerine, yalnız “teker elma” dediğimiz, mevsimlik bir elma ve bir de “ekşi elma” dediğimiz, elma çeşidi ve o yıllarda bilinen armut, ayva, şeftali, üzümerik ve karaerik, vişne ve çok az bilinen aşıkiraz’dan başka meyve çeşidimiz hemen hemen yoktu.
Kimyevi gübre, meyve ve sebzeler için, zirai ilaçların hiçbiri bilinmez, hem meyveler ve hem de sebzeler, bugünlerde hasretini çektiğimiz, özel tatları, rayihaları ve kokuları ile tadılır ve yenilir, kendilerinden şifa beklenirdi.
O yıllar; yolların, nakil vasıtalarının bulunmadığı yıllar olduğundan, bütün köylerde ve hatta şehirlerin çoğunda olduğu gibi, bizim köyde de, dışarı ile irtibat olmadığından, insanlar sebze ve meyvelerini, ancak kendileri yetiştirdikleri zaman yeme imkânına kavuşurlardı. Bu da, birkaç aylık bir müddet içinde tüketilir veya aniden gelen bir soğukla, yok olup giderdi.
Meyve ve sebzelerle ilgili olarak, o yıllardaki bazı deyimleri ise, şöyle hatırlıyorum.
Gökçe baylık, bir aylık:.Burada gökçe; meyve ve sebzeyi, baylık bir aylık ise; bunların ömürlerinin de bir ay içinde sona ereceğini, ya yenip tükeneceğini veya bir soğuk neticesinde yok olacağını anlatıyor.
Göğü tattık, derdi attık: Artık yaz geldi. Bu mevsimde yetişen ve şifa veren meyve ve sebzeleri yiyerek, daha sıhhatli olduk.
Çıktı bostan, ayrıl dosttan: Yetiştirdiğin sebze ve meyveler, ancak sana yeter, bunları başkaları ile paylaşma.
Geldi güz, dostunu düz: Artık güz ayları geldi. Çok zor geçecek kış ayları için, kendine arkadaşlar, dostlar bul..
Köyün renkli kişileri :
Eski yazılarımdan birinde; köyümüzde bulunan renkli kişilerden Deli Elif, Haşhaş İbrahim ve Deli Hüseyin’den biraz bahsetmiştim. Haşhaş İbrahim; halim selim, kimseye zararı dokunmayan, bir şey istemeyen, yalnız verirsen alan biriydi.
Hüseyin ile ayni yaşta olduğum için, O’ndan da korkacak bir durumum yoktu. O da zararsız biriydi. Elif ise; bunlardan tamamen farklı, vurdu, kırdı birisi olduğu gibi, kızdığında karşısında kim olursa olsun, ağza alınmayan küfürleri savurur, gücünün yettiğini döver veya korkutarak elindekileri ve hatta cebindekileri zorla alırdı. Ki bilhassa Hüseyin’i tenha bir yerde kıstırdığında; “Çıkar lan cebindeki paraları!” der, O’ndan çok korkan Hüseyin; “Al Elif aba, al” der, cebindekilerin tamamını çıkarıp verirdi.
Gündüz boyu köyde dolaşan Elif, akşamları Kafarkızı da dediğimiz, Emine Teyzenin, seki altında, mitilinde yatar, sabahları yine köyde, belli işine dönerdi.
Biz çocukken Elif orta yaşlıydı. Hakkında söylenenlere göre; tek çocuğunu boğarak, bizim Yukarıdere’ye giderken geçtiğimiz, Devlingeç Koyağına gömmüştü. Bu nedenle, herkes gibi, ben de ondan korkardım.
Elif yıllarca köyde bu şekilde yaşamını sürdürdükten sonra, Belediyenin yeni aldığı otobüsün son koltuğunda, o yıllardaki belediye yetkililerin hoş görüşüne de sığınarak, sabah erkenden Karaman’a varır, orada gerekli icraatını yapar, akşam da aynı otobüsle köye dönerdi. Elifin oturduğu koltuk, otobüsün arkada son koltuğu olup, oraya “Elifin yeri” denirdi Sonradan Elif, Karaman’a ve oradaki bol bahşişe kavuştuğundan, Karaman’a yerleşmiştir
. Böylelikle de; köyde bulunan diğer renkli kişiler, Elif’in şerrinden kurtuldular. Deli Hüseyin’in topladığı paralar, artık tamam olarak yerini bulduğu gibi, Haşhaş İbrahim’le takışan olmaz, Çolak Kız da, Perşembe günü cumalığını bol bol toplardı. Elif’i ise artık Karaman’da İrebiş ile cebelleşirken görürdük ki, orada ölmüş ve orada defnedilmiştir..
Deli Hüseyin:
Hüseyin bildiğim kadarı ile 1932 doğumluydu. Ona nasıl deli diyorlardı bilmiyorum ama o yıllardaki Yeşildere’nin üç mahallesinde, 200’ün üzerindeki hanede yaşayan, iki binden fazla nüfusun büyük bir çoğunluğunun adını ve soyadını bilirdi. Hüseyin, Elifin Karaman’a gitmesinden sonra çok rahatlamıştı.
Bilhassa son yıllarda Avrupa’ya çalışmaya gidenleri veya memuriyet sebebi ile köyden ayrıldıktan sonra, izinli gelenleri bizzat takip eder, hemen onun evine gelerek, hoş geldin der, verilen dolgunca bahşişi aldıktan sonra “Tamam makbuzu kestik!” diyerek oradan ayrılırdı.
Hüseyin babadan öksüz birisiydi. Ancak ağabeyi Ali Osman O’na son derece sahipti. İlk yıllarda bayağı temiz iken, ağabeyinin vefatından sonra, bakımı yalnız yengesine kalmış, yaşı ilerlediğinden, bir kadının O’nu çekip çevirme imkânı da, kısıtlı olduğundan, son yılları, epey zor ve meşakkatli geçmişti. Sonunda Yeşildere’de vefat etmiş, Aşağımezarlıkta ağabeyi Ali Osman ve atalarının yanına defnedilmiştir. Allah rahmetini ondan da esirgemesin.
Urkuya:
Urkuya; Aşağımahalle’de annesi ile yaşayan, kulağı duymayan, dilsiz, kimseye zararı olmayan, biriydi. Biz okula giderken, aşağı yukarı her sabah, O’nu Aşağıçeşme’de yüzünü yıkarken görürdük. Çeşmenin ülüğünden avuçlarına aldığı bol ve soğuk suları, yüzüne her çarpışta, “püf” diye bir ses çıkarır, ve bu yüz yıkama dakikalarca sürdüğünden, çeşmeye su doldurmak için gelenler, O’nu dakikalarca beklerdi.
Çocukluğumda evimizin önünde oynarken anam “Çocuk uyuyor. Ben su doldurmaya çeşmeye gidiyorum. Çocuğa göz kulak ol” dedikten bir müddet sonra, anamın evimizden gelen çığlığını duyduğumdan, koşarak vardığımda; Urkuya’nın kucağındaki çocuğu almak için çabaladığını, O’nun ise vermemek için direndiğini gördüm.
Anlaşıldı ki; Urkuya açık olan evimizin kapısından girmiş, uyuyan çocuğu kucağına bastırarak, hem ağzından ve hem de burnundan devamlı öptüğünden, anam çocuğu ondan zorla aldığında, havasızlıktan mos mor olmuş bir durumdaydı. Tabii ki oyuna dalıp çocuğu unuttuğumdan, beni de birazcık çırpıştırmıştı.
Çıbığın altı:
Çocukluğumda; şu anda Mustafa Uysal ve Mehmet Uysal’ın çocukları üzerinde olan iki katlı binaların, hemen duvarlarına dayanmış, genişçe kalınlıkları ve epeyce de uzunlukları bulunan, üzerlerine oturulduğu zaman 25–30 kişiyi alabilen, yuvarlak ağaç kütükleri, yer alırdı. Binanın kapıları daha ziyade başka yönde olup, mesken olan ikinci katların pencereleri yola bakıyorlarsa da, pencerelerin hemen altında, iki büyük asma (Çıbık) ağaçlarının kolları, demin bahsettiğim kalasların üzerlerini tamamen kaplayarak, adeta bir çardak oluşturur, buraya da o yıllarda ÇIBIĞIN ALTI denirdi.
Burası; o yıllar, uzun yaz günlerinin, ağır ve yorucu işlerinde, gün boyu çalışan köy halkının erkeklerinden bazıları, akşama doğru biraz nefes alıp serinlemek, o gün köyde olanların havadisini almak, ertesi gün için de, yevmiyeci veya keşikçi bulmak, en önemlisi de, oranın müdavimlerinin, nükteli sohbetleriyle bir parça da olsa yorgunluğunu unutmak için, buraya uğrarlardı.
Ah keşke zamanı ve mekânı, yani o gün ve insanlarını bugüne getirebilme, orada geçen konuşmaları, bilhassa nükteli, hicivli sohbetleri, tekrar yaşayabilme imkânımız olabilseydi. Hele hele, o havayı ve sohbetleri bugünkü yeni nesile olduğu gibi aktarabilseydik. Ben eminim ki; bugünkü gençlik dâhil, bütün insanlara maddi yönden olmasa bile, manevi yönden yorgun, ümitsiz gönüllere ve zamanın amansız hastalığı strese, en büyük şifa kaynağı olurdu.
Burada; aynı zamanda halk arasındaki ufak tefek şikâyetler de dinlenir, muhtar ve azaların yardımı ile, hemen oracıkta halledilir, tatlıya bağlanırdı. Ancak, demin de belirttiğim gibi, buranın esas mevzuu; mizah, nükte, esprilerin gırıla gittiği, kahkahaların taa uzaklardan duyulduğu, bir yerdi.
Köyde bulunduğum bir gün; ikindi üzeri, evimize kadar gelen kahkaha seslerini duyduğumdan, oraya yaklaştığımda gördüğüme göre; rahmetliler Belediye Başkanı Kadir Alpelli başta olmak üzere, Kadiris Dayı, Muhtar Topal Osman, Azılı Ali Ağa, Kocaağaların Ömer Dayı ve bunlara benzer, o günün köyün kalburüstü şahıslarından 25–30 kişi, yine orada, yani Çıbığın Altında toplanmışlar, Elif ile Haşhaş’ı da aralarına almışlardı.
Haşhaş, Elife; “Al gız şu gorayı, git. Ben gelinceye kadar evi temizle, yemeği yap” dediğinde, Elif; pür hiddet ve yüksek bir sesle “Senin evini de, seni de” diye başlayan, o meşhur küfrünü savururken, bütün gücüyle, Haşhaş’a saldırıyor, ancak, ikisi arasında bulunanlar, Elif’in elini tuttukları için, hücumu boşa giderken, oradakiler de kahkahalarla gülüyorlardı.
Yine, birinin Haşhaş’ın kulağına fısıldadığı, Haşhaşın da, Elif’e yüksekçe bir sesle “Sobayı yaktıktan sonra, üzerine su güğümünü koymayı da unutma. Akşam çimeceğiz” demesi üzerine, Elif, bu sefer, biraz ağırdan alan, aradaki şahsın boş bıraktığı yerden, Haşhaş’a bir iki yumruk attığından, zavallının burnu kanamıştı.
Kahkahalar devam ederken, toplanan bahşişler kendilerine verildiğinde, ikisi de hayatlarından memnun olarak, oradan ayrıldılar.
Son yıllarda artık kahvehaneler de çoğaldığından, Çıbığın Altı da özelliğini kaybetmiş ve tamamen unutulup gitmişti. Ancak oranın hemen karşısında, köşenin başındaki dükkânda, lakabı Dom Osman olan, rahmetli Osman İpekdal Dayı, manifatura dükkânı açmıştı.
Arkadaş ve yoldaşları, yine rahmetliler Topal Musa, Azılı, Kıyıcı İbrahim, Hacı Alilerin Osman ve babam Bevvap Mustafa ve bunların sohbetlerini seven köyden kişilerdir.
Dom Osman’ın dükkânındaki, sohbet ve şakaların da, o eski Çıbığın Altı sohbetlerini aratmayacak kadar güzel olduğunu söylerler.
O Muhterem kişiler, artık bu gün ya köydeki veya Karamandaki kabirlerinde mahşere kadar sürecek ebedi uykularını uyumakta olup, bizlerden tek istekleri, anılma ve ruhlarına göndereceğimiz birer Fatiha’dır. Ruhları şad olsun.
Devam edecek
Tevfik DEMİR
Konya’daki Yeşil dereli