07 Şubat 2020 Cuma
Ben aslen Karaman’a bağlı Yeşildere (İbrala) beldesindenim. Benim oradan ayrıldığım yıllarda beldenin adı İbrala Nahiyesi olarak anılırken, üç mahallesinde iki yüzün üzerindeki hanede, ikibinin üzerinde de nüfusu olup, resmi daire olarak nahiye müdürlüğü nüfus memurluğu ve Jandarma birliği bulunuyordu.
İçinde doğup büyüdüğüm ve yatılı bir okula gidinceye kadar da çocukluğumu yaşadığım bu belde, o yıllar tabii güzelliğinin en doruğunda olup, tertemiz havası, sokaklarındaki çeşmelerin musluklarından gece gündüz harıl harıl akan temiz ve buz gibi suları, yine tertemiz deresinde çeşitli balıkların onaştığı bir yerdi.
İnsan eli ile yapılan bendinde veya baharda kar sularının erimesi ile aylarca akan boz bulanık sellerden sonra, suları azalıp durularak tertemiz olan ve yeni oluşan bentlerinde olta ile balık tuttuğumuz derede, emsal arkadaşlarla yüzme yarışı yapardık.
Bentbaşı denilen yerden ayrılan iki suargı (kanalı) ayrıldıkları yerden itibaren geçtikleri yerlerdeki bahçeleri suladıktan sonra, değirmenleri de döndürürler ve tekrar dereye dökülürlerdi. Gece ve gündüz hiç durmadan dönen değirmenlerin önünden geçerken, değirmenin öğüttüğü o yılların mis gibi kokan un kokusunu, taa içinizde hissederdiniz.
Yaz günlerinde bazı aileler evlerin sıcak olması sebebiyle damlarda yatarlardı. Biz de tek odalı evimizin tahtalı tabir edilen yerine, akşamları yataklarımızı serer, orada uyurduk
Sabah, yakınımızda bulunan Aşağı Cami’nin ahşap ezanlığından Topal Osman Dayımın “Tanrı Uludur, Tanrı Uludur” sesleri ile uyanır, ancak dışarısı hala soğuk olduğundan, yatağımdan çıkamaz, güneşin doğuşunu beklerdim.
İşte o sıralar üzerimden sürüler halinde uçuşan kırlangıç kuşlarını seyrederken cami önündeki tarihi hamamın yanında, değirmene giden arkın kenarındaki kavak ağacında bulunan leylek yuvasından gelen “lak lak” seslerini ve yine ark başında yüksek pelit ağacının taa doruğunda bulunan karakuş-kartal yuvasından gelen çığlık seslerini duyardım.
Yukarıdere’ye ve ayni zamanda yukarıdeğirmen’e yakın bahçemize giderken, yol aşağı değirmene giden arkla paralel olarak devam eden yolun, sağlı sollu bahçelerdeki ulu ceviz ağaçlarının gölgesinde yürünürdü. Bu ceviz ağaçlarında bir birlerini kovalayan sincapların “cırıt cırıt” seslerine, arktan akan suyun o kendine has çok hoş sesi karışırdı. Aynı zamanda, o kadar dikkatli baktığım halde kendilerini bir türlü göremediğim bülbül ve buna benzer sesleri çok güzel kuşların seslerini duyardım..
Hele bahar aylarında erkenden açan ayva, erik ve diğer meyve ağaçlarının çiçekleri ile kendisine ana baba kokusu da dediğimiz, yenice açmakta olan ceviz ağaçlarının yapraklarının kokusu, insanı ta içinden etkiler ve içimizde çok başka duygular uyandırırdı
İlkokul o yıllar aşağı caminin bitişiğinde, yarı ahşap bir binada olup, teneffüslerde önündeki cam önü veya cami önü denilen alanda oynar, karşıda Geriz denilen oluktan sarkan havuca benzer buzları öğretmenlerimizin “Hasta olursunuz yemeyin” ikazlarına rağmen koparır yerdik.
Bazen de yine öğretmenlerin refakatinde o tarihi dere köprüsü civarına gider orada yenice yeşermekte olan salkım söğütlerinden dilli düdük yapardık. O yıllar köprünün iki gözünden bahar aylarında, aylarca boz bulanık eriyen karların suları aktığından, öğretmen ve büyüklerimizden sık sık dere kenarına sakın yaklaşmayın tembihi olurdu…
Köyde çoklarının ufak da olsa bahçelerini içinde barındıran Yukarı dere bahar aylarından son güz aylarına kadar dolar taşar ve adeta bir panayır yeri olurdu.
O yıllar ulaşım imkânsızlığı sebebi ile Denircik ve Kayaönü mevkilerine henüz gidilemediği için halk, ufakta olsa sebze ve meyvesini burada eker üretirdi.
Evlenme çağına gelen genç kız ve erkeklerin, çoğu müstakbel eşlerini burada bulduklarına ben eminim. Benden büyük ve genç kızlığa adım atan komşu bahçelerin kızlarının, birer ağaca çıkarak “Cevizin yaprağı dal arasında. Severler güzeli bağ arasında” ve buna benzer türkü ve aşk manileri söyledikleri hala hatırımdadır.
O yıllar, bugünkü gibi un fabrikaları olmadığı için değirmenler yalnız köyün değil civarda bulunan köylerin un ve bulgurlarını da öğüttüğünden gece gündüz dönmesi sebebi ile buralarda da kalabalık hiç eksik olmazdı.
Beldenin o kalabalık günlerinde köydeki tasada ve sevinçte de beraberdik. Bilhassa dini bayramlarda bayram namazları 1640 lar da kiliseden camiye dönüştürülen aşağı cami ile kaledeki kale camisinde kılınırdı.
Diğer zamanlarda ise cemaat köydeki üç mahallede bulunan beş adet camide namazlarını kılarlardı. Şu anda köyde hala daha dört adet cami bulunmaktadır. Ancak köyün aşağı yukarı yüzde doksanı başka yerlere göçtüğü için, cami imamları bazen birkaç kişi ve bazen de tek başlarına namazlarını kıldıkları söyleniyor.
İlkokuldan sonra köyden birkaç arkadaşımla birlikte, üç yıllık yatılı bir okula gittiğimizde tarih 1944 yılını gösteriyordu. Ondan sonra askerlik ve uzun bir memuriyetten sonra emekli olarak Konya’ya yerleştim.
Memuriyet hayatına başladığım yıllarda bile İbrala bir hayli kalabalıktı. O yıllarda köyle ilgili düşüncem, çocuklarımı okutup onların istikbalini temin edip emekli olduktan sonra maddi ve manevi varlığımla birlikte köyüm İbrala’ya yani “Baba Ocağına”dönerek oraları elimden geldiğince imar etmek, tanıdık eş dost arkadaş ve akrabalarla acıyı ve sevinci yine paylaşarak kalan hayatı birlikte yaşamak ve nihayetinde de bizden önce buralardan ebediyete göcen ata ve tanıdıklarla yan yana mahşere kadar yine birlikte burada uyumaktı.
Olmadı. Gerek medeniyet, gerek sıhhi sebepler, iş bulma ve nihayet siyasilerin yanlış politikaları bütün yurtta olduğu gibi bizim köyünde boşalmasına sebep oldular.
Memuriyet hayatımda uzaklarda olduğumda sıla hasretini çok çektim. Ancak yakınlardaki memuriyet yıllarımda köyümü en çok ziyaret edenlerdenim. Oraya gitmek için her yola çıktığımda heyecanlanır, sevinirim. Çünkü orada bugün hayatta olmayan atalarım arkadaşlarım yatıyor. Onlarla ilgili anılarım yıllar geçmiş olsa da içimde tap taze duruyorlar
Oraya son ziyaretimi 13 Mayıs 2013 pazartesi günü yaptım. Önce aşağı değirmen’in hemen üzerinde aile kabristanında yatan babama ve atalarıma uğrayıp gereken dualarımı ruhlarına gönderdikten sonra, çocukluğumun geçtiği ve bir zamanlar oyun oynayan çocuklardan zor geçtiğim sokaklara geldiğimde, şimdi kimsecikler yoktu.
Babamdan bana kalan evimi eşimin vefatından sonra kardeşime devrettiğim için orası da kapalıydı. Oradan yine çocukluğumun çoğunu yaşadığım Yukarı dere’ye doğru yürürken çok duygulanmıştım. Eğer orada tanıdık biri ile karşılaşmış olsaydım, kendimi tutamayarak ağlamak içten bile değildi
Değirmene kadar yıkılmış, viran olmuş ve bir birine karışmış bahçelerin perişan hallerini seyrederken, çoğunun artık bu dünyadan ayrılmış sahiplerini de hatırladım. Yalnız yıkıntısı kalmış değirmenin yola bakan kısmındaki penceresi karşısında bir gölgeye oturarak, buranın o eski gece gündüz döndüğü, şaşaalı, şen ve kalabalık günleri aklıma geldi.
Artık oralardan dönme vakti de gelmişti. Bir daha buraları görüp göremeyeceğimi düşündüm. Veda ederek boğazımda düğümlenen acı duygular içinde köye, oradan da Karaman’a gelirken, aşağı caminin avlusunda birkaç kişinin ikindi namazına hazırlık yaptıklarını gördüğümden, ikindi namazını mahallemizin bu eski tarihi camisinde kılmak için arabamı kenara çekerek oradakilere katıldım.
Namaz için abdest alırken, yukarılardan birkaç kişi daha geldiler. Hepsi de tanıdık kişilerdi. Hepsiyle de hal hatır sorduk.. Birisi caminin imamına “Yukarıdaki cami imamlarının camilerinde olmadığı için namazı burada kılmak için geldiklerini” söylerken, diğeri, imamların baraja balık tutmak için gittiklerini söylüyor ve birazda onlara “Tam namaz vakti de böyle olur mu? Diyerek memnuniyetsizliklerini ifade ediyorlardı. .
Bizim camide tam ezan okunurken yukarı camilerin de imamları, arabaları ile köye dönmüşler, onlar da tek başlarına kılacakları namazları için, camilerinde ezanlarını okuyorlardı.
Namazdan sonra tek başıma Karaman’a dönerken, köyde çok az kalmış kişiler için hala faaliyette olan dört adet camiyi, tek başına veya birkaç cemaatle namaz kılan imamların ruh hallerini, nimet külfet dengesini, camisiz köyleri, işsiz gezen üniversite mezunlarını uzun uzun düşünmüş, bizi idare edenlerin benden daha iyi ve daha makul düşündükleri vardır demiş isem de, içim hiçte rahat değildi.
Mahzun, hüzünlü ve boğazımda düğümlenen acı duygular içinde Karaman’a döndüm.
.
Tevfik DEMİR