07 Şubat 2020 Cuma
İlk hatırladığım kocaman bir kapıdan girildiğinde, büyükçe bir avluda bizim amcanın ve çok yakınımız ihtiyar ninemizin tek odalı küçük penceresi evlerimiz ve biz çocukların kışın dahi oynamamıza müsait kuzey rüzgarlarına kapalı büyükçe bir ahır damıydı.
Bu damda emmimin oğlu İsmail, akrabamız Ömer, bazen da yakın komşu çocukları ile o yıllar yıkık ve metruk bulunan cami önündeki Romalılardan kalma hamam içinden getirdiğimiz sel sularının çöküntüsünden oluşmuş sakız gibi çamur ile at, araba, gerçek olarak hiç görmediğimiz otomobil ve gramofon gibi oyuncaklar yapar, bu damda oynardık. O günlerde biraz daha büyümüş olduğumuzdan artık yakınımızdaki çukur sokağa kadar inerek oradaki arkadaşlarla Billi, Hölle, Saklambaç ve Körebe oyunlarına bende katılıyordum artık. 1940 yılında okula başlamış ve o koca avlu içinden çıkarak hemen yakınımızdaki yeni evimize de taşınmıştık.O günleri.özledim..
Aynı yıl muhtar Topal Musa dayım Karaman’dan bir askeri birliği davet etmiş, köyün karşısında Döşemede ağırlamıştı. Babam bu birlikle gelen bir askeri doktora hasta olan Halam (Füru) Huri’yi muayene ettirmişti. Ne yazık ki halam o kış vefat etti. İşte o gün akşam babam ve anam halamlarda iken ben de üç kardeşimle birlikte evimizde yatıyorduk ki evimiz birden sallanmaya başladı, başucumuzdaki eşyalarda başımıza, üstümüze düşmeye başladılar.
Galiba bir yıl önce Erzincan da o yılların deyimi ile zelzele(yersarsıntısı-deprem) olduğunu anladığımdan kardeşlerimi dışarı çıkarırken anam ve babamda gelmişlerdi. Bizim için kara bir gün olsa da yine o günlerdeki yaşımı özledim.
O yıllar evlenmeler harman sonlarında yani kışın yapılırdı. Gelinler damadın evine at üzerinde, Seğmen denilen atlılar arasında, Kurtoğlu Emminin koca davulu, Düdükçü’nün klarnetinin çaldığı “Ey gaziler, yol göründü aman aman” marşı veya türküsü eşliğinde kalabalık bir düğün alayı ile ilerlerken sırtına, önüne hayvan postu bağlanmış, yüzü gözü ve ta dizlerine kadar siyah boyalı Araplardan biz çok korkardık. Gelin eve geldiğinde damadın damdan attığı su dolu testinin kırılması ile saçılan paraları kapıştığımız günleri özledim.
Anamın sundurmamızda kendi elleri ile çamurdan yaptığı tandırda ekmek yaparken az kalan hamuru o günlerde yasak olmadığından köyümüzde de çok ekilen Haşhaş (Afyon) yağı ile biraz daha yoğurduktan sonra, leğenin içine incecik yayar, üzerine afyon’un tohumundan serpiştirir tandıra koyar üzerini de başka bir saçla örter hem alttan ve hem de üsten hafifçe yanan ateşte kızarıncaya kadar pişirirdi. Mis gibi kokan o çörekleri de çok özledim…
Bazen da ekmekten kalktıktan sonra daha çukur bir sacı tandıra yatırarak mısır, buğday gibi tahıllardan kavurga yapardı. Hele buğday kavurga’sına karıştırılan o yıllar bizim köyde kötülüğünü hiç bilmediğimiz, suçuz, masum kendirik tohumu da karıştırıldığında dişleri de sağlam olan biz çocuklar için değerli bir çerez olurdu. O günleri özledim.
Yaz aylarında sıcak olduğu için çoğu damlarda yatarlardı. Bizde tahtalı dediğimiz bir sundurmada yatardık. Sabahleyin Topal Osman dayımın aşağı caminin ezanlığından okuduğu Tanrı Uludur, Tanrı oludur sesi ile uyanırken biraz sonrada üstümden uçan kırlangıç sürülerini seyreder, arkın kenarındaki leylek yuvasından gelen laklakları ve yine oradaki ulu pelit ağacının doruğundaki kartal yuvasından gelen çığlıkları dinlerdim. O günlerde….
Kurak yıllarda Pınarkolu veya Döşemede yapılan yağmur dualarından sonra o buz gibi akan çeşme başında yediğimiz etli pilavları özledim……
O yıllarda lastik ayakkabılar yoktu. Kundura dediğimiz ayakkabılarımızın yırtıklarından su alır yün çoraplarımız ıslanır ayaklarımız üşürdü. Hele o yıllarda çokça yağan karlar aylarca kalkmadığı için biz çocuklar köyün girişinde mağaraları da olan, kuzeyi kapalı, yüksekçe, yukarı tarafları öne eğik olduğundan kar ve yağmur sularının değmediği “Korun dib”i denilen yerde oynama fırsatı bulurduk. O günleri özledim….
Babam Yukarıdere’de değirmenin yanındaki bahçemize dam yaptırdı. Oraya göçüp yazı orada geçirecekmişiz. Babamın işi olduğundan o bahçenin gübrelenmesi için ahırımızda biriken tersleri (Çiftlik gübresi) boz eşeğimizle o bahçeye ben taşıyorum ama yol üzerinde Devlingeç Koyağı denilen yerde Velet varmış. Söylenene göre deli Elif bir çocuk doğurup boğarak öldürmüş ve buraya gömmüş. Buraya geldiğimde korktuğumdan eşeği dehler oradan çabucak geçerdim.
Babam emmimin öküzleri ile bahçemizi sürerken ortalığa yayılan taze toprak kokusunu, sabanın izinden çıkan ve oracıktaki suda yıkadıktan sonra yediğim yerelmalarını, erkenden açan ağaçların çiçek kokularını, göremediğim ancak seslerini duyabildiğim bülbül, ispinoz ve buna benzer sesleri güzel kuşların seslerini özledim…
Babam bu işlerle uğraşırken anam da güzden ekilmiş ıspanakları toplar, oracıkta arktan akan oluğun akan sularında iyice yıkar, damın içindeki tandırda saç böreği yapardı., Yanında ıspanakla ekilmiş küçük soğanların yenice filizlenmiş taze yaprağı ile birlikte iştahla yerdik.O günleri özledim
Artık okulda tatil olduğu için bahçemizde göçülüyüz. Anam on günde bir babamın iki kat olan çamaşırlarından biri ile bizlerin tek kat çamaşır ve diğer giysilerimizi büyükçe bir selenin içinde toplar, yumuşak olmaları için kış aylarında yaktığımız meşe ağacının küllerini sıcak suyla karlaştırıp üzerine döker, biraz dinlendirir sonra da say dediğimiz düz bir taş’ın üzerinde tokuşlar, arktan bahçemize akan oluğun altında durular sererdi.
Bu sürede başka giysilerimiz olmadığından bizler damın içindeki yataklarımız içinde bekler, sonrada anamın çağırması ile teker teker o anılan sayın üzerinde anamın yardımı ile yıkanır kuruyan giysilerimizi de giyer ferahlardık. Fakirdik ama anamın ve babamın üzerimize titrediği, sevgi, şefkat dolu o günleri özledim.
Bahçemize umumiyetle sebze ekilirdi.. Sebzeler yiyecek hale gelinceye kadar bakımını anam yapardı. O çapa yaparken yabani otlarların arasındaki tokmakan (semizotu) nu ayırır, iyice yıkar, büyükçe bir tasın içindeki ayrana doğrar, ceviz ağacımızın altında yeni açılan ceviz yapraklarının etrafa saçtığı o güzel kokuların içinde tahta kaşıklarımızla içerek ekmeğimize katık ederdik.
O yıllar Golden. Starking ve Amasya elmaları köyde yoktu. Diğer bahçelerde olduğu gibi bizde de teker elma denilen mevsimlik elma ile ekşi elma adını verdiğimiz iki çeşit elma bulunurdu. O yıllar ilaçta olmadığından elmalar kurtlu olurlardı. Bilhassa olgunlaştığında sararan ve mis gibi kokan o elmaların kurtlu taraflarını atar diğerlerini iştahla yerdik. O günleri özledim..
Komşu bahçelerden gelen genç kızların türkülerini ve bir birlerine söyledikleri aşk manilerini, karşı bahçemizde yine bir bahçe komşu kızının o günlerde beni çok utandıran açık saçık sözlerini hatırlarım.
Güdük dediğimiz tarlaya da mısır ekerdik. O tarlanın altında meyveleri bal gibi tatlı armut ağacının altına yaktığımız ateşte, bizim tabirimizle tüfek gibi dediğimiz büyük mısır koçanlarını soyar, ateşin kenarına dizer, çabuk pişmesi içinde kabak kökeni ile üflerdik..İşte o yılların daha henüz bozulmamış,katkısız ve mis gibi kokan mısırlarını özledim.
O yıllar bizce zararsız ve masum bitki olduğundan yasak olmayan Haşhaş ile birlikte anamın bahçemizin muhtelif yerlerine ektiği kendirikler olgunlaştığında altına büyükçe bir yaygı serer, dallarını yavaş yavaş salladığında kendirik tohumları ile birlikte galiba onun özelliğini ve kokusunu bizden önce keşfederek mesken tutan gelin böcekleri de dökülürdü. Anam bu kendir tohumlarının içindeki böcekleri ve diğer yabani otları ayırır, kurutur ve kışa saklardı.
Bahçe komşumuz Tilkici Hasan dayının oğlu Sadık ve bize katılan diğer arkadaşlar la birlikte deredeki derin ve köyün yanındaki bentte yüzme yarışları yapar, olta ile balık tutardık. O günleri özledim.
İlkokuldan sonra gittiğim üç yıllık yatılı okulda bitmiş köye dönmüştüm. Artık güz aylarıydı. Yukarıdere’deki Değirmenönü bahçemizde babamın kesip, anam ile birlikte yüzdükleri kısır keçimizin etinden yapılan haşlama ve sacın üzerinde pişirilmiş etini yerken bu yemeğin bahçemizde ailecek yediğimiz son yemek yani bir nevi veda yemeği olduğunu bilmiyordum.
Babam ve anam o gün sevecen çehreleri, yüzlerinde beliren menmumiyet ve görevlerini iyi yapanların rahatlığı içinde, bize yumuşak ve tatlı sözlerle hitap ederek “İyice karnınızı doyurun çocuklar”diye tembihte bulunuyorlardı.
Ailede enbüyük çocuk bendim. Bir ara onlardan ayrılarak bahçede dolaşırken burada kardeşlerimle birlikte geçirdiğim acı ve tatlı günleri, kalabalık ailemizi, fakirliğimizi ve babam ve anamın şimdiye kadar bizim için yaptığı çabalarını düşündüm. Son gittiğim altı aylık Ziraat makineleri kursuda beni cesaretlendiriyordu. Artık delikanlılığa da adımımı attığıma göre bir şeyler yapma zamanı ve hatta mecburiyeti doğmuştu.
O kışı tam çıkarmadan Sudurağı istasyonundan bindiğim trenle Çukurova ve doğuya doğru babamın verdiği birkaç kuruşluk harçlıkla hayatımı kazanmaya gidiyordum.
Yıllar hızla geçti. Hatta asırlar bile.
Artık normal ömrümün de son basamaklarındayım. Kalan ömrümü bilemem ama söyle arkama dönüp baktığımda ömrümün çoğunu Yirminci yüzyılda yaşadım. Şu yirmi birinci yüz yıla bir türlü alışamadığımdan yazdığım yazılara tarih olarak Bindokuzyüzlü yılları yazar, farkına vardığımda da düzeltirim. Yani çocukluk, delikanlılık ve olgunluk çağımın birazını yaşadığım o eski günleri özledim.
Şairin dediği gibi.
Silemem yazısını anlımın.
Çektim çekeceğim kadarını
İşte, geldim gidiyorum..
Bir tek Halep şehri değil.
Cümlesi şen olsun dünyanın.
Akraba, dost ve arkadaşlarımın da çoğu artık bu dünyada yoklar. Ayni zamanda benden küçük oldukları halde üç kardeşimi de kaybettim. Anam ve babam da zaten daha evvel öldüler.Onları özledim.,
Bütün bunlara ilave olarak yukarıda saydıklarım gibi bizden ebediyen ayrılan, bana ve çocuklarına hayatını vakfetmiş, çocuklarımın anası, sabır, sevgi, saygı, şefkat ve kanaat gibi gerçek güzellikleri üzerinde taşıyan eşimi de çok çok özledim,
Herkese selamlar. Hoşçakalın.
Tevfik DEMİR
Konya’daki Yeşildereli