07 Şubat 2020 Cuma
Kim bilir kaç asır önce ecdadımın gelip yerleştiği, dedemin dedelerinin gömülü olduğu, hasretini ve güzelliğini anlata anlata bitiremediğim, vatanım ve sılam dediğim, Karaman’a bağlı İbrala (Yeşildere) beldesinde 15.05.1932 tarihinde doğmuşum. Doğduğum o tarihte beldede Nüfus Memurluğu de olduğuna göre, yıl olarak doğum tarihimin doğru olduğuna inanıyorum.
O yılların Türkiye’sinin çok yerinde olduğu gibi, dışa tamamen kapalı, örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı, yılın hemen hemen üçte ikisini çoluk çocuk kendi bilek gücüne, hayvanının gücünü de katarak, el emeği, alın teri ile helalinden ve tertemiz geçimini kazanan insanların yaşadığı belde İbrala;
Bayram ve düğünlerinde birlikte gülüp, cenaze ve kötü günlerinde ise, onlarla birlikte ağladığım o köyümü hiç ama hiç unutmadığım gibi, orada doğan biri olarak, benim gibi orada doğan, ancak çeşitli sebeplerle ayrılmış olanlara da, o beldeyi unutmamaları için, sık sık hatırlatmayı kendim için vicdani bir borç bildiğim İbrala..
12 yaşına kadar orada geçen çocukluğumu, daha sonrada hayatımı kazanmak için oradan ayrıldığım tarihe kadar ve ara sırada, onu ziyaretimde suyunu içip ekmeğini yediğim, baba ocağım bu tarihi beldeyi asla unutmadım.
Uzun bir kış mevsiminden sonra, günlerdir esen ölü yeli (Lodos), köy içindeki karların tamamını eritmiş olduğundan,Yukarıdere’ye, Aşağıdeğirmen’veya Bağaltı’na doğru yürüdüğümde, sırtımı ısıtan İlkbahar güneşinin verdiği bir rehavet ve iki tarafımda yükselen ulu ceviz ağaçlarının, henüz tam olarak açılmayan ama tomurcuklanmış yaprakçıklarından çıkan, o doyum olmaz (ana baba) kokusunu, ta ciğerlerime çekerek yürümeye devam ettiğim günleri,.
Yola yakın bahçelerin erken açan ayva, erik vişne gibi ağaçların, çiçekleri üzerindeki arıları ve kelebekleri seyrede seyrede yoluma devam ederken hiç görünmeyen yerlerden gelen çalı bülbülü, ispinoz ve benzer kuşların seslerini, ulu ceviz ağaçlarında bir birlerini kovalayan Teyin (Sincap) seslerini,birazcık aşağımdaki deremizin sel suları ile coşan sesini unutmadım..
Yoluma devam ederken, yanımda değirmenlere giden arkın kenarlarındaki salkım söğütlerin, yeni, uzun ve yemyeşil, ta önüme kadar uzanan incecik dallarını, bu dallardan yaptığım dilli düdükleri,
Yukarıdeğirmen’in yanındaki bahçemizin güneye bakan duvarının dibindeki kuytu yerlerde, yenice boy göstermeye başlayan mor menekşeleri, ondan biraz daha boylanmış sümbülleri, o mevsimde yazdan yerlerini bildiğimden kolaca çıkarıp yediğim yerelmalarını unutmadım.
Yukarıdeğirmen’e yaklaştığımda, burnuma mis gibi kokan un kokusunu, gece gündüz dönen değirmeni işleten ve uykusuzluktan gözleri şişmiş Mustafa Emmiyi de unutmadım.
Aşağı Caminin bitişiğindeki, benimde okuyup mezun olduğum İlkokulumu, öğretmenlerimi, arkadaşlarımı, son sınıftayken öğretmenlerimizle birlikte gittiğimiz tarihi Manazan Mağaralarını unutmadım.
Bilindiği gibi hala, köyümüzdeki camiler cemaatleri olmasa da, dolgun maaşlı imamlarının arkasındaki bir iki cemaati ile görevlerini sürdürüyorlar. Hatırladığım kadarıyla, çocukluğumda köyde mevcut bulunan beş camimizdeki imamlar devletten tek kuruş almazlar, harmanı olanlardan bir teneke buğday, parası olandan yeterince, bazılarından da ücret almadan, Allah rızası için imamlık görevlerini yaparlardı. Hem de riyasız ve siyaseti dine asla karıştırmadan…
Köyün Yukarı Camilerinde imamlık yapanlar;Süme hoca, Küçük Ali hoca, Hanefi hoca, Aşağı Mahalledeki camilerin imamları; Adil, Osman, İbrahim ve Ali hocaları hatırlarım. Bir de meşhur müezzinimiz Topal Osman dayıyı;.
Bayramlardan bir gün önce, yani arife gününün ikindi namazından çıktıktan sonra, yanımızda cami hocası ile birlikte, iki mezarlığın yanında toplu olarak hocanın okuduğu Yasin süresinden sonra, sevabını önümüzdeki iki ve mezarları kaybolmuş, ancak yerini bildiğimiz alt köşesinde “Dede” dediğimiz tek mezar olan Garipler mezarlığında ebedi uykularını uyuyanların ruhuna yollarken “Amin!” diyerek el kaldırdığım günleri;
Sonrada herkesin kendi yakınlarının kabirlerine dağıldığında babamla birlikte,Aşağıdeğirmen’in hemen üstünde yola çok yakın biri erkek diğeri de kadın büyüklerimin defnedildiği aile kabristanımızda, bildiğim duaları okuyarak sevabını oradakilere yolladığım günleri;
O yıllar bilhassa Kale Camisinde kıldığımız bayram namazlarından sonra, odalarda evlerden yapılıp gelen çeşit çeşit yemekleri ve en son sofraya konulan ve ancak kapanın elinde kalan pişmaniyeyi unutmadım.
Köyde zengin kimseler belki koyun ve keçilerinden birini keserek et ihtiyaçlarını karşılarlardı ama bizim gibi fakir aileler eti ancak Kurban Bayramlarında gördüğümüzden Kurban Bayramının gelmesini sabırsızlıkla beklerdik. Benim gibi fakir aile çocukları ile “acaba hangi eve gittiğimizde et yiyebiliriz” dediğim günleri de unutmadım. .
Hepside küçük küçük ama bizim, içinde anamın ve babamın tertemiz alın teri ve el emeği olan bahçelerimizi, bu bahçede yetiştirdiğimiz ilaç ve hormon nedir bilmediğimizden seve seve yediğimiz kendilerine has tat koku ve rayihalı sebze ve meyveleri unutmadım.
Yağmurların bol olduğu yıllarda bahçemizde bulunan adına kara erik dediğimiz eriğin çağla olmuş meyvelerinin bazıları olgunlaşmadan önce sararır ve tatlanırdı. Buna da “kulak” denirdi ki biz bu kulakları da seve seve yerdik.
Bilhassa Değirmen önündeki bahçemizde yaz aylarında içinde yattığımız adına da “Dam” dediğimiz, tek kapılı, tek küçük pencereli odacığı, dalları bu dama sarkan tokaloğlu kaysımızı, çeşitli ve salkım salkım üzümlerimizi, olgunlaştığından sararmış Teker elmamızın mis gibi kokan tadını unutmadım.
Bahçe komşumuz erkek ve kız arkadaşlarımı, onlarla birlikte oynadığımız oyunları ve söylediğimiz şarkı ve türküleri,çokça kızların haberi bile yokken, erkek arkadaşlarla aramızda paylaştığımız kızları, güneş yanığı yanağından öptüğüm çocukluk aşkımı da unutmadım..
Binlerce yıldan beri bu beldenin topraklarına can ve bereket katan, baharda coşup sonra sakinleşerek kendi mecrasına çekildiğinde pırıl pırıl olup içinde çeşitli balıkların kaynaştığı, onlardan olta ile tuttuğum balıklarını, aynı zamanda yüzmeyi de içinde öğrendiğim deremizi unutmadım.
Yağmur duasına çıktığımız Pınarkolu ile Döşeme’de, bayram, düğün ve mevlitlerde ise evlerde yere serili sofralara diz çökerek toplu halde siniler üzerine konulan geniş kaplar içinde üzeri etli bulgur pilavını, yanında taslardaki kayısı ve erikten yapılmış hoşafı kaşıkladığım günleri de unutmadım.
Düğünlerde yapılan çeşitli oyun ve şenlikleri, gelinin eve gelmesi ile güvey’in damdan içinde su ve bozuk madeni paralar olan testiyi, orada münasip bir yere attığında parçalanıp etrafa saçılan kapıştığımız paraları, Aşağı Camide okunan mevlütten sonra, ahşap balkonunda biz çocuklara dağıtılan kokulu şeker şerbeti de unutmadım.
Deli Elifi, köye her vardığımda makbuzunu ödediğim Hüseyin’i, sessiz ve garip Haşhaş lakaplı İbrahim amcayı, Aşağı Çeşmede dakikalarca iki avucuna aldığı bol suyu yüzüne her çarpışta püf püf diye sesler çıkaran Urkuya’yı, Perşembe günleri ikindiden sonra önündeki önlüğüne “perşembelik” toplayan çolak kızı da unutmadım.
Köyün içindeki Romalılardan kalma, üzerinden kim bilir kaç nesildir dedelerimin de geçtiği, binlerce yıldır hala ayakta olan zarif sağlam tarihi köprüleri, içinde birkaç kere yıkanma bahtiyarlığını yaşadığım, şimdilerde ise tekrar kaderine terk edilen Romalılardan kalan hamamı da unutmadım.
Önce mahallede komşu akranlarım, sonrada okuldayken hemen okulun önündeki “Camönü” veya “Cami önü” denilen büyük alanda oynadığım billi, hölle, saklambaç, birdirbir ve aşık oyunlarını da unutmadım
Kışın yağan bol karlar, baharda esen lodos sebebiyle, önce köyün içinden sonrada yakınlardan tamamen kalkmış topraklarında yenice tazecik çayır çimenlerin çıktığı Döşeme’de komşu kız ve erkek arkadaşlarımla yeni doğan kuzu ve oğlakları güderken oynadığımız oyunları, birleştirerek yediğimiz azıkları ve hemen yanımızdaki çeşmenin akan buz gibi suyunu…
Yine Döşeme’de ipini anamın dokutacağı kilimlik için eğirtmecinde (kirmanında) eğirip büktüğü yumaktan aşırdığım iple uçurduğum uçurtmaları da unutmadım
Birazcık büyüdüğümde, güz aylarında, önce akrabalar refakatinde sonrada akran arkadaşlarla evimizin taşımacılıkta her şeyi olan boz eşeğimizle Mehil, Enece Çayırkuyu ve Kalıf’tan kesip taşıdığımız kışlık, Baharda ise bunların budantısı ve adına kuru denilen dalları evimize taşıdığım günleri de unutmadım.
Bilhassa Enece de Döllüğe çıkan Boduk emmimim damına uğrar yengemin bir kap içinde önüme koyduğu ağızı (Bulama), yenice yapılmış ekmeğime batırıp batırıp yediğim günleri, sonrada oğlu İsmail (Hacı) ile onun bildiği yerlerden elimizdeki değneklerle topraktan kazdığımız çil ve çiğdemleri de unutmadım
İlkokulun dördüncü ve beşinci sınıflarının yazında, artık aileye birazcık katkıda bulunmak üzere köyde bazılarının yanında görevlendirildiğimde hayvanlarının otlatılması veya merkeplerle köye harmanlarının taşımasında gördüğüm ve şu anda aklıma gelen Çayırkuyu, Meğil, Enece, Tuzaklı, Ovacık, Tekke, Mendk, Kulaca, Kınık, Akpınar Ova, Denircik ve Kayaönü’nü de unutmadım. Bilhassa Ova’dan dönerken susuzluğumu gideren Aşağı ve Yukarı Kuyuların buz gibi sularını da unutmadım.
Her canlının fani olduğu bilirim..Ancak düşünüyorum da, acaba köyümüzde asırların binbir hadiselerine şahit olan ve tarih kokan kale ve camisi, kiliseden dönüştürülen Aşağı Cami, hamam ve dere köprülerinde acaba kimlerin göz izleri var ki..Neyse..
Her ayrılışımda kalbimin yarısını da orada bıraktığım o köyümü, orada şefkat, sevgi adalet, inanç, haya, iffet, ve sadakat gibi gerçek güzellikleri kendilerinden aldığım ana ve babamı da, asla hiç unutmadım.
13 Şubat 2014 Konya
Tevfik DEMİR
Konya’daki Yeşildereli