02 Mart 2021 Salı
“Yola çıkınca her sabah ,
Bulutlara selam ver.
Taşlara,kuşlara,
Atlara,otlara,
İnsanlara selam ver.
Ne görürsen selam ver.
Sonra çıkarıp cebinden aynanı
Bir selam da kendine ver.
Hatırın kalmasın el gün yanında
Bu dünyada sen de varsın!
Üleştir dostluğunu varlığa,
Bir kısmı seni de sarsın.”
Rahmetli Doğan CÜCELOĞLU “İnsan İnsana” kitabına, Üstün Dökmen’in yazdığı bu güzel dizelerle başlıyordu. Geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrılan Doğan hoca; 83 yıllık yaşamına yirmiden fazla kitap sığdıran ve her kitabında kendimize ait bir şeyler bulmamızı sağlayan kıymetli bir bilim insanıydı. Ancak onu gönlümüzde “özel” bir yere yerleştirmemizin sebebi sadece yazdığı eserleri değildi. Doğan Cüceloğlu; nefes aldığı sürece üretmekten vazgeçmeyen, yazdığı eserlerde “ben biliyorum” ukalalığına kaçmadan bildiklerini paylaşan ve paylaşmatan keyif alan, mütevazı bir insan olarak hepimizin gönlünü fethetmişti.
Cüceloğlu; yazdığı kitaplarla sadece psikoloji meraklılarına değil, biz iletişimcilere de pek çok katkı sağlamıştır. Eserlerinde insanın kendisiyle ve başkalarıyla iyi geçinebilmesi için; alçakgönüllüğün, güler yüzün, mütevazılığın, kendiyle barışık olmanın önemini vurgulamıştır her daim. Bu yönüyle bazı çevrelerce “çağımızın Yunus Emre’si” olarak adlandırılan Cüceloğlu, şüphesiz ki bu dünyadan bir hoş sadâ bırakarak gidenlerdendir.
Bir iletişimci olarak hocamızın vefatı beni derinden üzdü. Ancak sosyal medya paylaşımları bu üzüntü içinde bile bir şeyi fark etmemi sağladı. Doğan hocanın vefat haberinin duyulmasıyla birlikte, sosyal medyada “üzüntü” mesajları ardı ardına paylaşılmaya başladı. O gün sosyal medyaya ilk kez giren biri, tüm Türkiye’nin Doğan Cüceloğlu hayranı olduğunu düşünebilirdi. Bu duyarlılık azalarak birkaç gün daha devam etti ve sonra herkes “rutin” hayatına geri döndü. Haftalardır yazdığım sosyal medya yazılarında aslında en büyük şikâyetim olan “samimiyetsizlik”, bir kez daha tokat gibi çarptı yüzüme. Ömrü boyunca tek bir kitabını okumamış, tek bir sohbetini dinlememiş insanlar; canhıraş bir biçimde Doğan Cüceloğlu’nun ne büyük bir kayıp olduğunu haykırdılar ve görevlerini yerine getirmenin huzuruyla “rutin”lerine geri döndüler.
Yine kimse kimseye (hatta kimse kendine bile) selam vermedi, yine empati kurmanın önemi umursanmadı, yine herkes üzerinde yaşadığı “Kaf Dağı”ndan süzdü diğerlerini… Oysa Doğan hoca, son nefesine kadar bizlere insan olabilmenin gereklerini anlatmaya çalışmıştı. Hayata dolu tarafından bakabilmeyi, fedakârlığı, benliğini koruyarak ve karşındakinin benliğine saygı duyarak da “biz” olunabileceğini anlatmaya çalışmıştı her daim. Peki, Doğan hocanın vefatına bunca üzülenler; bir kez olsun tanımadığı birine selam vermiş, bilmediği birinin halini sormuş muydu? Hadi bırakalım yabancıyı; bu kahr-u perişan kalabalık çocuklarını adam yerine koymayı becerebilmiş miydi?
Bir insanı anmanın ilk şartı, onun fikirlerini anlamaktır bence. O nedenle yapmacık sosyal medya hikâyeleriyle değil de, sevdiğim insanları fikirlerini yaşayarak ve yaşatarak anmayı tercih ettim daima. Sosyal medya ile hayatımızın daha da sahteleştiği, sanallığın medya ortamıyla kalmayıp benliklerimize de sıçradığı aşikâr! Bu yapmacıklık benim kadar Doğan hocayı da üzmüş olacak ki; bu konuda bir kitap bile yazmış: ‘Mış Gibi’ Yaşamlar. Ben sizlerle kitabın arka kapağından birkaç satırı paylaşayım, daha fazlasını merak edenler kitabın kendisini alıp okuyarak hocamızı yâd etsinler.
“Ne demek ‘mış gibi’ yaşam? Düşüncelerinin arkasındaki niyetin farkında olmayan, sözü, gözü, davranışı birbirine uymayan insanların yaşamı demek. “Böyle insanlar var mı?” diye sorarsanız, çevrenize bir bakın! Aklı, düşüncesi çocuğuna yardım etmekle dolu olduğu halde asık yüzlü, kırıcı, ilgisiz anne veya babaları; öğretmen olduğunu söyleyen ama hiç kitap okumayan insanları göreceksiniz.”
Ne kadar da doğru değil mi yazılanlar? Sanal ortamlarda yapılan sahte paylaşımlar yetmemiş; hepimiz kendi sanal dünyamızı yaratmış ve sanal kalabalıklarda yapayalnız kalmışız. Paul Valéry’nin güzel bir sözü geliyor aklıma; “Bir rüyayı gerçekleştirmenin ilk yolu uyanmaktır”. Bizler için de bu yapmacıklıktan kurtulmanın ilk yolu, yaptığımızın yanlış olduğunun farkına varmak değil de nedir?
Kendim ve hepimiz için; “Mış gibi” yapmadan, doyasıya yaşayabildiğimiz, samimiyet ve iletişim dolu bir hayat diliyorum. Yeniden görüşünceye kadar; hoşça kalın, iletişimde kalın.
Gönül Akpınar
ibrala.com
Son yazımızda “internetin kölesi değil, efendisi olmamız” gerektiğinden bahsetmiştim. Bu yazıma da sosyal medyayı nasıl kullanmamız gerektiğine değinerek başlamak istiyorum. Öncelikle şimdiye kadar yazdığım yazıların yanlış anlaşılmamasını rica ediyorum; niyetim teknolojiyi kötülemek değil. Teknoloji iyidir fakat her şeyde olduğu gibi; dozunda kullanmak şartıyla! İnternet ve sosyal medyayı hayatımıza kattıklarını göz ardı etmeden, doğru kullanılmadığında götürdüklerini de unutmadan kullanmalıyız. Uzaktaki sevdiklerimizle görüşme imkânı sağlaması, özellikle orta yaş üzerindeki insanlar için yalnızlık hissini önlemesi, kurumsal anlamda adımızı insanlara duyurma fırsatı vermesi vb. sosyal medyanın olumlu yönleridir. Tüm bu olumlu yanları ile birlikte; sosyal medyanın gündelik hayattaki ilişkileri olumsuz etkilediği, insanlar arasında özellikle aile içerisinde etkileşimi azalttığı, insanları depresyona sürükleyebildiği, çalışma performansını olumsuz etkilediği de bilinmektedir. Eğer sosyal medyanın olumlu yönlerini ön plana çıkartıp hayatımıza katabilir ve olumsuz taraflarından mümkün olduğunca uzak durabilirsek; emin olun hayatımız çok daha kolaylaşacaktır. Peki, hayatımızın her anını etkisi altına alan sosyal medya/internet kullanımımızı nasıl kontrol edebiliriz?
Atmamız gereken ilk adım; sosyal medya kullanım amacımızı sorgulamaktır. Sosyal medyayı; vaktimizi boş yere harcamak için değil, boş vaktimizi verimli bir biçimde geçirmek için kullanmalıyız. Verimli bir biçimde sosyal medya kullanabilmek için de incelediğimiz içeriklerin bize faydalı olup olmadığını sorgulamamız gerekmektedir. Maalesef pek çok sosyal medya kullanıcısı, gününün büyük bir bölümünü gerçek hayatta asla görmeyeceği insanların özel hayatlarını incelemekte geçirmektedir. Oysa asla görmeyeceğimiz bu insanlara harcadığımız zamanı; evimizin içindeki anne babamıza, eşimize, çocuklarımıza, komşularımıza, hatta yakın çevremizdeki ihtiyacı olan insanlara harcamamız bizi duygusal anlamda çok daha fazla tatmin edecektir.
Sosyal medya kullanımında kontrolümüzü sağlayabilmek için yapmamız gereken bir diğer değişiklik; sosyal medya kullanım saatlerimizi kısıtlamak olmalıdır. Evlerimizde sosyal medyayı ve televizyonu kapatıp; aile bireyleriyle sohbet edilebileceğimiz, beraber kitap okuyabileceğimiz, çeşitli oyunlar oynayıp, etkinlikler yapabileceğimiz zamanlar yaratmalıyız. Pek çoğumuz çocukların ebeveynlerine sadece küçük yaşlarda ihtiyaç duyduğunu zannediyoruz. Hâlbuki çocuklarımız kaç yaşında olursa olsun; onlarla iletişim kurmamız, onların psikolojik gelişimleri için her zaman önemli olacaktır. Birlikte bir yapboz tamamlamak, bir filmi izleyip sonrasında sohbet etmek, aynı kitabı okuyup görüşlerimizi paylaşmak, aile bireyleri ile iletişim ve etkileşimimizi arttırarak aramızdaki bağı kuvvetlendirecektir.
Sosyal medyada on binlerce kişiye ulaşabilmemize rağmen, asla yüz yüze iletişimdeki doyumu elde edemediğimizi hepimiz fark etmişizdir. Bunun sebebi; sosyal medyadaki etkileşimlerin de sanal olarak kalması, gerçek hayata taşınmamasıdır. Maalesef pek çoğumuz sosyal medyada ekli olan arkadaşlarımızı gerçek hayatta gördüğümüzde, selam bile vermiyoruz. Dolayısıyla sosyal medyadaki beğeniler, paylaşımlar, her ne kadar bizi geçici bir süre için memnun etse de; bunların gerçek bir övgü anlamı taşımadığının farkındayız. Duygusal ihtiyaçlarımızı tatmin etmenin en güzel yolu; gerçek insanlarla, gerçek bir iletişime geçmektir. Bu nedenle hepimiz başımızı cep telefonlarımızdan, tabletlerimizden bilgisayarlarımızdan kaldırıp; etrafımızda var olan, bizimle aynı ortamı paylaşan sevdiklerimize odaklanmalıyız.
Kontrolsüz sosyal medya kullanımı, sadece zamanımızı çalıp sevdiklerimizden uzaklaşmamıza sebep olmuyor; aynı zamanda hepimizi bir yetersizlik hissine ve tatminsizliğe sürüklüyor. Sosyal medyada, özellikle fenomen diye isimlendirdiğimiz tanınmış isimlerin hayatları, maalesef bizde bir yetersizlik duygusuna sebep oluyor. Onların; sürekli mutlu, bakımlı, formda halleri; bizi eksik, çirkin, yoksul hissettiriyor. Sosyal medya ünlüleri; lüks villaları, özel şoförleri, pahalı kıyafetleri ve gittikleri tatillerle pek çoğumuzun asla elde edemeyeceği bir hayatı bizlere sunuyorlar. Özellikle çocuklar ve ergenlik çağındaki gençler için bu durum oldukça olumsuz bir etki yaratmaktadır. Henüz kendi kişiliklerini tam olarak oturtamamış bu gençler; gördükleri hayatlara özenmekte, onlara benzemeye çalışmakta, bunu başaramadıklarında ise depresyona girip mutsuz olmaktadırlar.
İşin aslı; bu özenti ve benzeme çabası sadece gençlerle sınırlı kalmıyor. Tiktok’ta ya da Youtube’da çektiği videolarla sosyal medya fenomeni olmaya çalışan, gençlik çağını çoktan geride bırakmış pek çok insan görmekteyiz. Pek çok insan ünlü olmanın mutlu olmaya yeteceğine inanıyor. Bu hastalıklı düşünceden kurtulmak için; kendimizi kıyasladığımız ve özendiğimiz o hayatların çoğunlukla gerçeği yansıtmadığını fark etmemiz gerekiyor. Pek çok ünlü sima; aslında sosyal medya hesaplarında yansıttığı gibi mutluluk içerisinde yaşamıyor. Bu “mutluluk oyunu”nu sadece ünlüler oynamıyor üstelik. Herkes sosyal medyada en güzel sözleri paylaşıp, en güzel pozlarını yayınlıyor. Efektlerle, ışıkla, sunumlarla yaratılan sanal hayatlar; gerçekte yaşanmıyor maalesef. Her gün yüzlerce insan, bu basit gerçeği fark edemediği için hayatından ve kendisinden nefret ederek ve depresyona sürükleniyor.
Öyleyse bu sanal rüyadan uyanıp, gerçeklerle bir an evvel barışmamız gerekiyor. Bunun için öncelikle kendimizi sosyal medyanın aldatıcı yüzünden kurtarmalı, daha sonra da çocuklarımıza ve genç evlatlarımıza sosyal medyada gördüklerinin aslında gerçeği yansıtmadığını anlatmalıyız. Gençlerin sandığının aksine; mutluluğun maddiyata bağlı olmadığını vurgulamalı, mutluluğun formülünün “içinde bulunduğumuz andan keyif almak” olduğunu gösterebilmeliyiz. Bu anlamda yıllardır konuşulan; okullarda medya okuryazarlığı dersinin verilmesi elbette etkili olacaktır ancak çocuklar ilk ve temel eğitimlerini ailede almaktadırlar. Anne babaların bu konuda bilinçli ve hassas davranmaları, öncelikle kendilerinin başka hayatları gözetlemekten vazgeçmeleri, çocukların daha sağlıklı bir kişilik oluşturması için çok önemlidir.
Sözün özü; gün içerisinde sosyal medyaya ayırdığımız zamanı azaltıp, sevdiklerimizle ortak etkinliklere zaman ayırmak, sanal ile gerçeğin ayrımını yapabilmek ve sosyal medyayı olumlu amaçlar doğrultusunda kullanmak, hem ruh sağlığımız hem de sosyal ilişkilerimiz için büyük önem taşımaktadır. Özellikle kişilik gelişimi aşamasında olan gençlerin sosyal medyayı bilinçli kullanmaları gerekmektedir. Bu konuda anne babalar olarak üzerimize düşen; onlara davranışlarımızla örnek olmaktır. Unutmamalıyız ki çocuklar; anne babalarının sözlerini değil, ayak izlerini takip ederler.
Bir sonraki yazımda buluşuncaya kadar; hepiniz hoşça kalın, iletişimde kalın.
Gönül Akpınar
ibrala.com Köşe Yazarı
Merhaba;
Önceki yazılarımda sosyal medya ve internet bağımlılığının bizi nasıl yalnızlaştırdığını anlatmaya çalışmıştım. Bu yazımda; durumun vehametini biraz daha görünür kılmak adına, sizlere bilimsel verilerden bahsetmek istiyorum. Geçen haftalarda yazdıklarımı abartı bulanlar varsa; buyurun benden değil, istatistiklerden dinleyin olan biteni.
İnsan sosyal bir varlıktır; kabul. Hepimiz var olduğumuz günden itibaren etrafımızı keşfetme, başkalarıyla iletişim kurma çabasındayız. Eskiden insanlar doğdukları yerde yaşayıp ölürlermiş. Bırakın başka ülkeleri, köyden kente gitmeden bir ömür geçip gidermiş. Teknolojik gelişmelerle birlikte insanlar uzak yerlere seyahat edebilmeye başlayınca, bilginin de uzak mesafelere aktarılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Tüm bu gelişmeler sonucunda geleneksel haberleşme araçları hayatımıza girmiştir. Bilgi verme amaçlı kullanılmaya başlayan medya; günümüzde insanların yaşam biçimlerini, yaklaşımlarını, kültürlerini dönüştürme gücüne sahip bir yapıya bürünmüştür
20. yüzyılın sonlarında hayatımıza giren internet, bugün hayatımızın tamamını ele geçirmiş durumdadır. Türkiye’de internet kullanımı 2020 yılında 16-74 yaş grubundaki bireylerde %79 olmuştur. Yani 16 yaşından büyük her 5 kişiden 4’ü internet kullanmaktadır. Belirli bir yaşın üzerinde olan insanımızın çoğunun interneti kullanmayı bilmediği hepimizce malumdur. Demek ki ülkemizde 16 yaşın üzerinde olan ve interneti kullanabilecek durumda olan herkes internet kullanmaktadır. Hane halkı bilişim teknolojileri kullanım araştırması sonuçlarına göre 2020 yılı Nisan ayında hanelerin %90,7’si evden internete erişim imkânına sahiptir. Verilerden anlaşılacağı üzere internet artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu verileri 16 yaş altındaki kullanıcılarla ilgili bilgi vermese de, cep telefonu ve tabletler sayesinde çocukların da interneti rahatça kullandığı bilinen bir gerçektir. Bugün gelinen noktada aileler yeni doğan bebeklerine nüfus cüzdanı çıkartmadan önce sosyal medya hesabı açmaktadır.
Yeni medya ya da sosyal medya adı verilen bu iletişim platformlarını kullanmak oldukça kolaydır. Her yaştan her kesimi bünyesinde barındıran sosyal paylaşım ağları, genç kullanıcıların sayısı bir hayli fazla olsa da, 7’den 70’e her yaş grubundan pek çok insanın aktif olarak kullandığı bir kitle iletişim aracıdır. Eğitim, bilgi ve farkındalık düzeyi ne olursa olsun bütün bireyler sosyal medyayı kullanabilmekte, ürettikleri içerikleri diğer insanlarla özgürce paylaşabilmektedir. Sosyal medya kullanımının artması güvenlik, gerçek dünyadan uzaklaşma, yalnızlaşma gibi pek çok sorunu da beraberinde getirmiştir.
Son 3 yılda internet ve sosyal medya ile ilgili yapılan araştırmalardan birkaç çarpıcı sonucu sizlerle paylaşmak istiyorum. Yapılan çalışmalara göre lise öğrencilerinde yalnızlık düzeyi arttıkça sosyal medya kullanımı da artmaktadır. “Sosyal medya siteleri sayesinde yalnızlıktan kurtulduğunu” düşünen gençler, arkadaşları ile yüz yüze ilişki kurmaktan kaçınmaktadır. Çalışmalarda katılımcıların sosyal medyada daha rahat iletişim kurabildikleri, sosyal medyayı gündelik hayatın sorunlarından uzaklaşmak için kullandıkları ve sosyal medyayı bilinçli olarak yüz yüze iletişime tercih ettikleri görülmektedir. İletişim becerileri az olan gençler, sosyal medyayı daha çok kullanmaktadır ya da diğer ifadeyle sosyal medya kullanımı arttıkça iletişim becerisi azalmaktadır. Gerçek hayatta başkalarıyla konuşmaya cesareti olmayan gençler; sosyal ilişki kurmak ve kurulan ilişkileri sürdürmek için interneti kullanmaktadır.
Yetişkinlerin sosyal medya tutumlarını inceleyen çalışmalarda; bireylerin sosyal medya kullanımlarıyla yalnızlık düzeyleri arasında anlamlı bir ilişki bulunamadığı, sosyal medyanın kendisini yalnızlaştırdığını düşünen 53 yaş üzeri bireylerin de bu durumdan rahatsızlık hissetmedikleri görülmektedir. Peki gerçek hayatta kendisini yalnız hissetmeyen yetişkin bireyler niçin sosyal medya kullanmaktadır? Bu soruya cevaben yetişkinler haberdar olma ve güncel gelişmeleri takip etme ihtiyaçları nedeniyle sosyal medyayı kullandıklarını ifade etmişlerdir Yazımın başında sosyal medya kullanımının her yaştan her kesimi etkilediğini söylemiştim. Öğretmenler üzerinde yapılan bir çalışmada; sosyal medya kullanımı arttığında evlilikte uyum düzeyinin de arttığı sonucuna ulaşılmıştır. Beklenenin dışındaki bu sonuç oldukça ilginçtir.
İncelenen çalışmalar ışığında; aileyi oluşturan anne, baba ve çocukların, hatta büyükanne ve büyükbabaların günün önemli bir kısmını sosyal medyada geçirdiği görülmektedir. Aile üyeleri; sosyal medya kullanımlarının kendilerini yalnızlaştırdığı, diğer aile bireylerinden uzaklaştırdığı gerçeğinin farkında olsalar da, pek çoğu bu durumu rahatsız edici olarak görmemektedirler. Bireylerin iletişim tercihleri sosyal medyadan sonra büyük ölçüde değişime uğramıştır. Sosyal medya, bir iletişim aracı olmanın ötesine geçmiş, kendi iletişim şeklini ve toplumunu oluşturmuştur. Sosyal medya toplumunda aileler yüz yüze iletişim kurmaktan çekinen, sosyal medyayı sosyalleşmenin öncelikli kaynağı olarak gören insanlardan oluşmaktadır. İnternet öncesi toplumda ailenin üstlendiği, kültür aktarımı ve sosyalleştirme görevlerini günümüzde sosyal medya üstlenmiş görünmektedir.
Görüldüğü üzere sosyal medyanın yaşamımızı kontrol etmeye ve bizleri yalnızlaştırmaya başladığı; kuru bir şüphe değil, bilimsel olarak desteklenen bir tespittir. İnternetin kölesi değil, efendisi olmamız gerektiğini bir an evvel hatırlayıp; kontrolü ele almamız icap etmektedir. Bu değişime giden yolda ilk adım; mevcut durumu tespit etmek ve hatamızın farkına varmaktı ki şimdiye kadar yazdığım yazılarda bunu yapmış olduk. Bundan sonraki süreçte; hatamızı düzeltmek için neler yapabileceğimizi konuşmanın zamanı geldi sanırım. Bu süreçte “Ben napayım” deyip kenara çekilmeden, “Ben ne yapabilirim?” diye düşünmemiz ve öncelikle kendimizi değiştirmemiz gerekecek. Tek başımıza bir toplumu değiştirecek güce sahip olamayabiliriz ancak toplumun tek tek bireylerden oluştuğunu unutmamalı ve kendimizi hafife almamalıyız.
Bir sonraki yazımda buluşuncaya kadar; hoşça kalın, iletişimde kalın.
Gönül Akpınar
ibrala.com
Okulda defterime
Sırama, ağaçlara
Yazarım adını…
Güzel bir Zülfü Livaneli şarkısı olmaktan öte hepimizin hayalidir özgürlük. 21. yüzyılın global köy haline gelmiş dünyasında herkes; ekonomi, fikir, cinsel tercih, siyaset vs. her alanda daha bağımsız ve hür olmanın derdinde. Özgürlüğe giden yolda kimimizin zihnine, kimimizin bedenine vurulmuş prangalar var elbette. Maddi kaygılar, gelecek kaygısı, toplumsal baskılar, reddedilme korkusu… Bugün benim size bahsetmek istediğim pranga ise bu saydıklarımdan bağımsız, kendi kendimize yarattığımız ve varlığından mutlu olduğumuz bir esaret türü.
Okuyunca çok saçma gelmiş olabilir; insan niye kendini tutsak etsin ve bundan mutlu olsun ki değil mi? Modern olmanın gereği olarak bizlere sunulan ve başlangıçta bizi daha özgür kılacağına inandırıldığımız bir esaretten bahsedeceğim bugün: cep telefonlarımız. Vakti zamanında mesaj yollamanın bile fiyatını hesap edecek kadar yüksek faturalar ödediğimiz cep telefonlarımız ile Nil Karaibrahimgil gibi sırt çantamızı takıp; dağ, bayır dolaşarak “ben özgürüm” diyeceğimize inandırılmadık mı? Özgürlük eşittir cep telefonu / mobil hatlar. Arayanların size ulaşabilmesi için ev telefonunun başını beklemeye son. Nereye gidersen cep telefonun yanında, hattın da çekiyorsa sen özgürsün!
Aslında olayın bütün gizemi özgürlükten bir önceki şart ekindeydi: hattın çekiyorsa! Evet hepimiz özgürlüğümüzü ilan etmiştik, artık telefon başında çaresiz bekleme işi Hakan Altun’a aitti. Peki cep telefonu bizi gerçekten özgürleştirdi mi? Her an ulaşılabilir olmak özgürlük mü, daha fazla denetim mi getirdi beraberinde? Eskiden hat çekiyor, çekmiyor diye bir derdimiz yoktu. Arayan ev telefonuna ulaşamazsa, bilirdi ki evde değiliz. Oysa bu yeni teknoloji bizim her an ulaşılır olmamızı da zorunlu kıldı. Arayıp ulaşamayanlar panik olmaya başladı. Biz de gideceğimiz yerleri, telefonun çekeceği bölgelerle sınırlamak zorunda kaldık. Üstelik bize “özgürlük” diye yutturdukları mobil hatlar ilk zamanlar öylesine pahalıydı ki, çoğumuz sevdiklerimizi unutmadığımızı göstermek için “çaldırıp kapatmak”la yetiniyorduk. Bugün olduğu gibi her cami minaresine bir verici koymadıkları için; öyle özgürce dağa bayıra da gidemiyorduk. Sizin anlayacağınız milyonlarca lira verip aldığımız son teknoloji ürünü ” takoz” telefonlarımız; bizi çekim alanlarına hapsetmişti.
Aradan yıllar geçti, takozlar küçüldü, mobil hatlar birbiri ardına kampanyalar yaparak fiyatlarını oldukça ucuzlattı. Artık cep telefonlarının sevdiklerimizi ulaşılabilir kılması kendimizi “özgür” hissetmemize yetmemeye başladı. Bizim konforumuzu düşünen (!) şirketler hemen bir yenilik yapmalıydı. Aranan özgürlük dopingi internetle bulunmuş oldu. Artık cepten tek tıkla (eski telefonlar tuşlu olduğu için gerçekten tıklıyorduk) dünyanın öbür ucundaki insanlara bile ulaşabiliyorduk. Sadece sevdiklerimize değil, hiç tanımadığımız insanlara bile ulaşma imkanına kavuşmuştuk. Hakkını vermek gerek, bu internet erişimiyle gerçekten özgür olduğumuzu hissettik. Aradan geçen yıllarda mobil ağ yapısı da hızla gelişmiş ve artık hat ya da internet çekmeme problemi büyük oranda giderilmişti. İster yurt içinde, isterseniz yurt dışında tüm dünya parmaklarımızın ucundaydı. Çevrim içi sohbet siteleri ile hayatımıza yeni kavramların katılması da gecikmedi. Taştı, tunçtu, demirdi derken; kendimizi bir anda “slm, asl, bye” devrinde buluverdik.
Son 20 yılda hayatımıza giren internet yediden yetmişe hepimiz için neredeyse yeme içme gibi zorunlu bir ihtiyaç haline geliverdi. Başlangıçta bize vaat ettiği özgürlükler; sahip olamadığımızda yaşadığımız yoksunluklara dönüştü. Bir düşünsenize 10 gün internetsiz kalacağımızı bilsek panik olmaz mıyız? Gittiğimiz kafelerde, lokantalarda menüden çok wifi şifresiyle ilgilenmiyor muyduk? Hele misafirliklerde hoş geldiniz faslı bitse de, wifi şifresini istesem diye az mı kıvrandık? ? Covid pandemisiyle birlikte evlerimizden çıkamadığımız şu son 10 ayda internet olmasaydı halimiz nice olurdu kim bilir?
Başlangıçta bize mesafelerden bağımsız bir özgürlük veren internet de zamanla ayağımıza vurulan bir prangaya dönüştü. İnternetsiz bir hayatımız olamazmış gibi hissetmeye başladık. Tıpkı uyuşturucu gibi; ilk zamanlar varlığı keyif veren sanal dünyamız, zamanla yokluğu keder veren bir hale büründü.
İnternetle birlikte cep telefonlarımızla yapabileceklerimiz de hızla arttı. Oyunlar, bankacılık işlemleri, videolar, filmler, alışveriş… Hepsi oturduğumuz yerden, tek tıkla küçücük cep telefonlarıyla halloluyordu. Bu yoğun kullanım yeni bir sorunu da beraberinde getirdi: artık telefonumuzun şarjı daha çabuk bitiyordu. Taşınabilir şarj cihazları dışarıdaki hayatı kolaylaştırmak için bir alternatif oldu, evlerde ise telefonlar sık sık şarja takılmaya başladı. Zamanla bir de baktık ki; bize özgürlük vaat eden bu küçük cihaz yüzünden prize 1 metre uzaklıkta yaşar olmuşuz. Sahi biz dünyayı gezmeyecek miydik, nasıl 1 metrelik bir çembere sıkıştık? Yazımın başında gönüllü esaretten bahsettiğimde gülmüştünüz, siz söyleyin o zaman; bu halimizden rahatsız mıyız yoksa sanal âlemlere akabildiğimiz sürece şarj kablosuna bağlı yaşamaya razı mıyız?
“Düşünmek, ruhun kendi kendine konuşmasıdır” demiş Eflâtun. Başkalarıyla iletişim kurmadan önce, kendimizle dürüst iletişim kurmanın yollarını bulmalıyız. Hepimiz bir sonraki yazıya kadar bu soruları düşünüp, dürüstçe cevaplayalım çünkü bir sorunu çözmenin ilk adımı; onun bir sorun olduğunu fark etmektir. Bir sonraki yazıda buluşuncaya kadar hoşça kalın, iletişimde kalın.
Gönül Akpınar
ibrala.com
“Biz eskiden” diye başlayan ve özlem kokan cümleler hayatımızın vazgeçilmezleri haline geldi. Hepimiz; dostluğun, sohbetin, yardımlaşmanın bol olduğu günlere derin bir özlem duyuyoruz. Milyon nüfuslu şehirlerimizde, yüzlerce bin lira verdiğimiz evlerimizde, on binlerce liralık mobilyalarımızla yalnızlığımızı paylaşacak samimi bir dost arayışındayız. Eskiden evlerimiz tek katlı ama içi dost – akraba doluydu. Bugün çok katlı, kalabalık sitelerde yaşıyoruz fakat pek çoğumuzun kapısını çalan bir komşusu bile yok.
Şikâyetçi olduğumuz bu yalnızlığın sebebini modern hayata, çalışma temposuna, insanların güvenilmezliğine, samimiyetsizliğine bağlamak; işin kolayına kaçmak olacaktır. Bu sırça köşkü el birliğiyle, hep birlikte ördük. Dahası, örerken hiçbirimiz halimizden şikayetçi değildik.
Benim gibi; teknolojinin hayatımızı kuşatmadığı dönemleri hatırlayan herkes bilir ki o zamanlar teknoloji insanları ayırmaz, aksine birleştirirdi. Radyo dinlemek, televizyon izlemek demek konu komşuyla birlikte olmak demekti. Oysa bugün televizyon aynı evde yaşayan bireyleri bile bir araya getirmeyi başaramıyor. Herkes kendi odasında kendi küçük dünyasını kurmuş vaziyette yaşayıp gidiyor.
“Nerde o eski zamanlar, akşamları sobanın başında toplaşır sohbet ederdik” diyen anne babalar; evlatlarının yüzünü görememekten dert yanarken sonuna kadar haklılar. Yanıldıkları nokta; bu durumun tek suçlusunu, odasından çıkmayan evlatları zannetmeleri. Teknolojik iletişim cihazlarının ortasına doğan, 2 yaşında tablete, ilkokula başlar başlamaz cep telefonuna kavuşan ve tüm ihtiyaçlarını internetten “tek tıkla” karşılayan gençlerin; iletişim ihtiyacını da sanalda karşılaması şaşılacak bir sonuç olmamalı. Peki, biz anne babalara ne demeli? Cep telefonu ve internetle tanıştığımızda hepimiz yirmili yaşlarımızdaydık, yani o eleştirdiğimiz evlatlarımızın yaşında! Hayatımızın ilk gençlik yıllarını internetsiz yaşayabilen bizler, nasıl oldu da internete bağımlı hale geldik? Odalarından çıkmadığı için şikâyetçi olduğumuz evlatlarımız, yanımıza geldiklerinde bizi ne halde buluyorlar? Onlara vakit ayırıp, dinliyor muyuz? Yoksa süper akıllı telefonlarımızda sanal dostlarımızın sahte hayatlarını mı izliyoruz? Diğer bir deyişle, kendi çocuklarımıza yabancılaşmamızın sebebi çocuklar mı yoksa biz miyiz?
Netflix’e, youtube’a, pubg’ye teslim ettiğimiz çocuklarımız için haklı bir endişe içerisindeyiz. Peki, kendimiz için de aynı endişeyi taşıyor muyuz? Sosyal medya araçları seçiminde orta yaş grubundan bireylerin, gençlerden farklı tercihleri olduğu bir gerçek. Son yıllarda gençler daha çok instagram, youtube ve tiktok gibi görsel ağırlıklı sosyal medya araçlarını kullanırken; orta yaş grubu facebook kullanmaktan vazgeçmiyor. Seçilen sosyal medya ne olursa olsun inkâr edilemeyecek bir gerçek var: sosyal medyada vakit geçirenlerin çoğu amaçlarının iletişim kurmak olduğunu iddia ediyor. Peki gerçekten öyle mi?
İnternette, sosyal medyada kurulan ev içi iletişim örneklerinin en uçuk versiyonlarını bulmak mümkün. Anneler çocuklarına sofrayı toplamasını, kocalar eşlerine çay getirmesini whatsapp üzerinden söylemeye başladı. Hatta odasından dışarıya çıkmayan ergenimizin ne yaptığını da instagram hikâyelerinden takip eder hale geldik. Bu muydu bizim iletişim kurmaktan kastımız? Onlarca yıldır görmediğimiz, bizden kilometrelerce uzakta yaşayan sanal arkadaşlarımızla iletişim kurma bahanesiyle; evdeki canları ihmal etmiyor muyuz? Çocuklarımızın bizden uzaklaşmasının sebeplerinden biri bizim onları ihmal etmemiz, diğeri ise internet kullanımı konusunda kötü örnek olmamız mı acaba?
İnsana dair hiçbir şeyi standart kalıplarla tanımlamak mümkün değil maalesef. İnsani bir eylem olarak iletişim de oldukça girift bir konu. Henüz ikili ilişkilerdeki iletişim problemlerimizi çözememişken hayatımıza giren internet ve sosyal medya, bizi yepyeni bir iletişim biçimi ile tanıştırdı. Hayatımızın vazgeçilmezleri arasına giren bu yeni iletişim türüne online ya da çevrim içi iletişim diyoruz. Çevrim içi iletişimin kendine has kuralları, yöntemleri ve dili var. Bu yeni iletişim şekline alışma ve öğrenme sürecimiz hala devam ediyor. Televizyon ve radyo da evlerimize ilk girdiğinde ne yayınlandığı fark etmeksizin yayın süresince hep açık olurdu. Geçen 50 yılda program çeşitlerinin artması ve bizim bilinçlenmemiz sonucunda seçici davranmayı öğrendik. Aynı durum internet ve sosyal medya için de geçerli olacaktır. Sınırsız bilgi erişimi ve kıtalar arası iletişim imkânına kavuşan bizler; ilk şoku atlattıkça bilinçli kullanmayı ve seçici olmayı da öğreneceğiz.
Kişiler arası iletişimi gerçek hayattan sanal âleme taşıyan teknolojiye alışma sürecimiz devam ediyor. Bu sancılı öğrenme sürecinde hepimize düşen önemli görevler var. Hem kendimiz, hem sevdiklerimiz için gerçek hayat ile sanal âlem arasındaki dengeyi korumayı başarmak en önemli görevimiz. İletişimci kimliğimle bu köşede yayınlayacağım yazılarımda hem kişiler arası yüz yüze iletişimde, hem de çevrim içi iletişimde dikkat etmemiz gerekenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Tekrar görüşünceye kadar; hepinize sosyal medyada takipçi sayımızı arttırırken, gerçek hayattı takip etmeyi unutmayacağınız günler diliyorum.
Hoşça kalın.
Gönül AKPINAR
ibrala.com